O devrin anlayışına göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un belli başlı kiliselerini camiye tahvil ettirmiş ve bu da imparatorluğa doğru atılan temel bir adım olmuştur.
Fatih tarafından gerçekleştirilen vakıf kurma işlemleri ile vakıf işlemleri sırasında Silivri’deki Alexios Apokaukos kilisesinin de camiye çevrildiğini öğrenmekteyiz. Böylece Selymbria kalesinin en büyük Bizans kilisesi Fatih’in bir vakfı olarak kurulmuş ve Fatih ya da Fethiye Camii adını almıştır.
Vakfın belgelerine göre, doğuda İlyas’ın oğlu Nasuh’un mülkünün komşusuydu, batıda ve güneyde yollarla sınırlandırılmıştı, kuzeyde ise Kadı Kasım’ın oğlu Musa Çelebi’nin komşusuydu. Böylece Bizans devrinden beri ya da hiç olmazsa İstanbul’un fethinden beri bu yollarla çevrili sahanın pek az değiştiği anlaşılır. Caminin kapladığı saha bugün de aynı şekilde batıda ve güneyde yollarla, kuzeyde ise özel mülkiyetlerle çevrilidir. Tek değişiklik doğu tarafta olmuş ve buraya 1980’de ibadete açılan yeni Fatih Camii inşa edilmiştir.
1651’de bu camiyi ziyaret eden Evliya Çelebi “Kalenin içinde kiliseden yapma Hünkâr camii var” diyerek yapıdan Hünkâr camii olarak söz eder.
Vakfiye kayıtlarından anlaşıldığına göre, vakfın bakımını sağlamak için Trakya’da zengin mülke sahip olmasına rağmen bu caminin yok olmasının sebebi kasabanın etnik yapısıyla ilişkilidir.
Gerçekten de geçen yüzyıl boyunca Kale Mahallesi (Bu caminin bulunduğu mahalle, şimdiki adı Fatih Mahallesi’dir) Müslümanlığın dışındaki konularla ilgilenmiştir. O zaman Silivri’de Rum, Yahudi ve Ermeni topluluğunun bulunduğu biliniyor. Başlangıçta Kale Mahallesi’nde yaşayan Türk halkı, surların dışında uzayan araziyle, özellikle sahil ile ilgilenmeyi yeğlemişlerdir. Rum mahallesinin, daha doğrusu Müslüman olmayanların mahallesinin ortasında kalan Fatih Camisi zamanla kendi haline bırakıldı. Sonunda Müslüman halk tarafından bütünüyle terk edildi.
Silivri’de H.935=1528/29 senelerinde üç Müslüman mahallesine karşılık yabancılara ait oniki mahalle vardı. H.947=1540’larda ise 150 Müslüman evine karşılık Müslüman olmayan toplumlara ait ev sayısı 366 idi.
John Covel’in 1675’te kasabada varlığından bahsettiği kiliselerden biri belki de 1676’da Edirne (Adrianopolis)’ de ölen Ermeni zenginlerinden Abro Çelebi’nin yaptırdığı Ermeni kilisesiydi.
1680’de kasabaya gelen Grélot, burada oturanların Yahudi, Türk ya da Rum olduğunu yazmıştı. Silivri’de geç devirde yapılmış binalar içinde bir Ortodoks kilisesi ve biri 1863’te inşa edilmiş iki Ermeni kilisesi de bulunmaktaydı.
Başlangıçta kale içine yerleşen Türkler, sonraları burasını terk etmişler ve kalenin batısındaki sahil kesimine yerleşmişlerdi.
1820-30’larda Türkler surların dışında yaşamaktaydılar, kale içinde ise Rum ve Yahudi toplumları bulunmaktaydı. Bu etnik yapıyı 1854’te Silivri’yi ziyaret eden seyyah Jouve şöyle tasvir eder: “Müslümanlar tahrip olmuş surların içinde oturmayıp, kıyı tarafına yerleşmişlerdir. Surların içinde Rum, Yahudi ve Ermeni reayaları bulunur. Yakın zamanda ise Yahudiler Silivri’den göç etmişler ve terk edilen sinagog (havra) binası da tamamen yıkılarak ortadan kalkmıştır.
Türklerin sur dışına yerleşmelerinden dolayı Fatih Camii de tamamen terk edilmiş ve gitgide daha çok harap olmuştur. Balkan savaşı ve Birinci Dünya Savaşı döneminde ve daha sonra işgal yıllarında bu bina ile hiç ilgilenilmemiş, neticede cami savaşın bittiğinde birkaç kalıntı dışında tamamen yok olup gitmişti. Geriye kalan harap minaresi ve birkaç duvar parçası yerini belli ediyordu.
Sakinlerin iddialarına göre, 1924–26 yıllarına doğru minareyi yıkıp, geriye kalan kalıntılardan yararlanmak fikrine kapılanlar olmuştu. Şimdi Fatih Camiinin, daha doğrusu camiye çevrilen Bizans kilisesindeki Türk devri inşaatının ve tadilatının hatıraları olarak yıkılan minarenin kaide kısmı ve kuzey cephede 50 cm. yüksekliği geçmeyen bir duvar kalıntısı mevcut bulunmaktadır.
Türk devrinde Fatih Camii adı ile tanınan bu binanın aslı Alexios Apokaukos tarafından yaptırılan ya da büyük ölçüde ihya ettirilen bir Bizans kilisesi olduğundan tabiatıyla burada Türk devrine dair başka bir şey söylemek imkânı yoktur.
İstanbul’a gelen seyyahların çoğu Via İgnatia yolu üzerinde olmasından dolayı Selymbria’dan geçmişlerdir. Ancak, bunların büyük bir bölümü çok kısa bazı notlarla yetinmişlerdir. Kasaba hakkında etraflıca tasvirlere yer verenler pek fazla değildir.
Bunlar, Evliya Çelebi, J. Covel, Th. Allom-R. Walsh, M. E. Jouve ve E. I. Drakos’tan ibarettirler. Bunların dışında kalan seyyahlardan bazıları kısa olmasına rağmen ilgi çekici bilgiler verirken bazıları ise basit tasvirlerle yetinirler.
Bu cami son asrın ortalarına doğru hiç kullanılmaz durumdaydı. Un fabrikatörü olan zengin bir Silivrili meraklı, Anastas Stamoulis (Fatih Mahallesi’nde merhum Ahmet Kemal Silivrili’nin evinin ve aşağıda, iskele yanında, bugünkü Öğretmen Evi karşısında bulunan ve sonraları yıktırılan Un Fabrikasının sahibi) Syllogue Grec Costantinopole’e hitaben yazdığı 1 Ocak 1872 tarihli bir mektupta hisarın iç bölümündeki yıkık bir camiye ve bu camideki fresk izlerine, sütun başlıklarındaki birçok monograma dikkati çekmişti. Daha sonraları doğu dilleri uzmanı J. H. Mordtmann (1852-1932), 1884’te basılan bir inceleme eserinde ondan şöyle söz eder: “Hisarın içinde uzun zamandan beri yıkık bir kilise var. Fethiye ya da Fatih adıyla bu yapıt cami olarak hizmete sunulmuştur. Fresklerle dolu duvarları, badanaların altına bakarak görmek olanaklı. Yapının duvarlarından birine bir lahit (taş sanduka) yerleştirilmiş, belki kurucusuna aittir.” (1673-1723 yılları arasında yaşayan Dimitri Kantemir bu kiliseden şöyle söz etmektedir: “Syllebri İstanbul ile Edirne arasında Marmara Denizi kıyısında yerleşik bir kenttir. Burası Başpiskoposluğun merkezidir ve ta Hıristiyan imparatorlar zamanında yapılmış çok güzel bir kilisesi vardır. Bu kilisede Azize Euphemia’nın kutsal emanetleri saklanmaktadır. Türkler buna kadit “mumya” derler ve meraktan ziyaret ederler.
Aynı zamanda burada Johannes Kantazenos tarafından yaptırılan büyük bir sarayın yıkıntıları da görülmektedir.” Dimitri Kantemir St. Euphemia’dan bu şekilde söz etmekteyse de bedeni Kadıköy’de bulunuyordu. Bizanslılar 7. YY’da Hipodrom (Sultanahmet) yakınındaki şehitliğe taşıdılar. 1717 ve 1719 yıllarında Silivri’yi ziyaret eden iki gezgin, bir Grek kilisesinden söz eder, St. Euphemia’nın kutsal emanetlerinin sözü geçmez.) Ayrıca bu eski kilisede birtakım monogramlı sütun başlıkları da bulunuyor. Mordtmann’ı yazısı bir yazıt bilimdi. Yazar Monogramların açıklanması ile ilgilendi. Silivri Kilisesi ile belirtmek istenilen yapıtı bulmak için Mordtmann’ın kısa izahı yeterince açıktır.
Hem kilise ve hem cami olan yapıt, Müslümanlar sahile inmeye başlayınca, tümüyle bırakılmış ve gitgide daha çok yıkılmıştır. Silivri’de 1528-29’da 3 Müslüman mahallesi, buna karşın Müslüman olmayanların (Rum, Ermeni ve Yahudi) 12 mahallesi vardı, 1540’ta (917) karşılıklı olarak mahallelerin sayıları 5 ve 18 oldu (150 Müslüman, 366 Müslüman olmayanların evi). Levant Kumpanyası’nın maiyet rahibi John Covel’in Silivri’den geçtiği 1675 senesinde burada pek çok kilise bulunuyordu. 1676 da Adrianopel’de ölen Ermeni zenginlerinden Abro Çelebi Silivri’de bir Ermeni kilisesi yaptırmıştı. Yıllar önce Fatih Mahallesi, Tavanlı Çeşme Sokağı ile Taş Mektep Sokağı’nın kesiştiği köşede, Turgut Reis İlkokulu’nun arkasında bulunan bu kilisede Abdullah Dirik sinemacılık yapardı.
1960 ihtilalinden sonra burayı Maliyeye sattı, kiliseyi alanlar yıktırarak buraya ev yaptırdılar. Burada halen Muzaffer ve Hayrettin Sezginer kardeşlerin evleri bulunmaktadır. Kalede 1820-90 seneleri arasında Türk yerleşimi canlıydı, daha sonraki senelerde Yahudi ve Rumlar daha çoğaldılar. Pek fazla olmamakla beraber Ermeniler de bulunmaktaydılar. Zamanla Ermenilerin hepsi İstanbul’a, Mübadelede Rumlar Yunanistan’a Yahudilerin pek çoğu İsrail’e, zeki ve işleri yolunda olan Yahudiler ise İstanbul’a yerleştiler.
Rum ve Yahudi çoğunluğu içinde kalan Türkler yavaş yavaş kaleyi bırakarak sahile yerleşmeye ve bu nedenle Kale’de bulunan Fatih Camisine ilgisiz kalmaya başladılar; yeni camilerini yeni yerleştikleri mahallelerde yaptılar. Bu nedenle hem kilise hem cami olan Kale’deki bu yapı tümüyle bırakılmış ve gitgide daha çok yıkılmıştır. O zamanlar İstanbul’da bulunan hiçbir uzman ne minaresi ve ne de freskleriyle ilgilenmişti. Yüzyılın başında, 1903 yıllarına doğru sütun başlıklarının birçoğu İstanbul Eski Eserler Müzesi’ne taşınmıştır. Birkaç yıl sonra bir Fransız yazıt bilimcisi Stamoulis Koleksiyonu’nda ve Ortodoks Metropolitliğinde diğer benzeri sütun başlıklarına rastlamıştır.
Trakya’da çok üzücü olan Balkan savaşı, 1914-1918 i. Dünya Savaşı döneminde ve daha sonra işgal yıllarında bu yapıtla hiç ilgilenen olmadı. Nihayet savaş bittiğinde eski bina tümüyle yok olmuştu. Binanın harap durumuna karşın ayakta kalan minare ve birkaç duvar parçası onun yerini belli ediyordu. Burada oturanların verdiği bilgiye göre, 1924-26 yıllarına doğru, minareyi devirip geriye kalan kalıntılardan yararlanmak düşüncesine kapılanlar olmuştu. Şu an Fatih Camisi olan kilisenin yapıldığı yerde boş bir arazi bulunmakta olup 1980 yılında bu boş yerin 15-20 m doğusunda ve yine zamanında kilisenin yapımında olduğu gibi sarnıcın üzerine Fatih Camisi adıyla bir cami yaptırıldı. Eski caminin temel izleri boş arsada görülmektedir. Yıllar önce bu boş arazide yapıtın küçük bir parça duvar yüzü, sütunlar, sütun başlıkları ve parçalanmış bir lahit (sanduka), ve binaya ait taşlar bulunuyordu. Zamanla bunların bir bölümü kayboldu, bir bölümünü de Belediye Fatih Parkına taşıttı. Halen orada birkaç parça taşa rastlamak mümkündür. Bu kalıntılar üzerine bir açıklama yapmadan önce, daha önce sözü edilen sütun başlıkları konusunda birkaç söz söylemek daha iyi olacak.
Stamoulis’in 1872’de işaret ettiği küçük sütun başlıklarından başka Mordtmarın 1884’te daha bilimsel olanlarını yayınlamıştır. 1892’de Dumont ve Homolle de aynı işi yapmıştı. Seure de 1912’de listeyi tamamlamıştı.
Silivri kilisesi bugünkü haliyle (şu anda kilise diye zaten bir şey yok) belki de bir monografiye layık değil. G. Mendel, İstanbul müzesindeki kataloğunda bu sütun başlıklarını açıklamış ve G. Payraud’un ince fırçasından desenler vermişti.
Fakat Mendel’in yetkin yapıtında hangi nedenle kaynak olarak Epivates’i (Selimpaşa) göstermek düşüncesine sahip olduğu bilinmiyor. Silivri’nin doğusunda bulunan bu kasaba yakın bir zamana kadar Bigados (Bogados, Boados) adını taşıyordu ve şimdiki adı da Selimpaşa’dır. Aleksios Apokaukos tarafından yaptırılan kuleye benzeyen kalesi ile Selimpaşa çok ünlüydü. Selimpaşa’da bugün Bizans kalıntılarından hiçbir şey görülmez. Mübadeleden sonra elde kalan üç kiliseden biri camiye çevrilmiş (bugün köy kooperatifinin ambarı), diğer ikisi de harap olduklarından yıkılmıştır. Stamulis ve Mordtmann tarafından verilen bilgiler, çok kısa olmalarına karşın bu sütun başlıkları kaynakları bakımından yeterince açıktır. Yapıt tam yıkılmadan önce onlar Silivri kilisesindeydiler. Sütun başlıklarının bir bölümü okunabilecek monogramlar (markalar) taşımaktadır; ad, soyad ve ünlü Bizans serüvencisi Apokaukos’un ünvanı gibi. İnsan mantığı bu sütun başlıklarının Epivates’ten getirildiğini kabul ediyor, bu besbelli bir şey; Silivri’nin sütun başlıkları ile Epivates’in büyük kalesi arasındaki benzerlik çok ince, diğer taraftan kale yapımcısının ve Silivri’deki bir kilisenin kurucusunun da Apokaukos’un olması olasılığını hiçbir şey çürütmüyor.
Günümüzde İstanbul Arkeoloji müzesinde T şeklinde bir seri sütun başlıkları var; “içlerinden 6 tanesi, envanter no: 761 ve 766 ile, Envanter no: 767 de 768 ile aynı şekilde, aynı dekorasyonda ve kendi aralarında simetrik, dik bir açı ya da yarım T harfi oluşturuyorlar. 767 No:lu yarı yatmış, 768 dik, yüzleri aşınmış ve bir duvar desteğiyle ayakta duruyorlar.” (0.17 m. genişliğinde, 0.335 m yüksekliğinde, aşağıda 0.213 m Yukarıda 0.215 m ve 0.227 m kalınlığında, tabanı 0.142 m ve 0.09 m. olan bu taş 8 sütun başlığı aynı yerden gelmiştir.) Mendel’e göre normalden dar boyutta oldukları söylenir. Bu sütun başlıklarının bir kaleye veya Bizanslılar zamanındaki bir tarikat kilisesinin İkonostaz’ına (Rum rahiplerin önünde durdukları ve dua ettikleri yer) ait olduğunu düşünebiliriz.
Müzedeki envantere göre bu monogramlı taşların sekiz tanesi eksik. Mendel için bu açıklama hiç yeterli gelmiyor. Ne yazık ki bu son sütun başlıkları müzeye taşınmadılar. Mordtmann, Stamoulis tarafından ileri sürülen çözümlerdeki kuşkularını herkese duyurdu: “Buna karşılık Joannes Teologos açıklaması şüphelidir”, diyordu.
Onun çözümünü doğru kabul etsek bile neye yarar? Bu sütun başlıkları kaybolduğuna göre bu problemi çözmek artık olası değil. Buna karşılık 1910 yıllarında G. Seure, Stamoulis’in özel koleksiyonundan yararlanarak 1859’dan beri toplanan antik kalıntıların bir kataloğunu oluşturdu. (Bunlar kentte dağınık halde bulunuyordu). Stamoulis’in koleksiyonunda okunarak kolayca çözülebilecek bir nüsha monogram vardı: “Aleksios” Seure sonuncusu anlaşılamayan üç monogramı da belirtiyordu:
Diğerleri gibi 1872’den beri tanınan sütun başlıkları müzeye gönderildi. Daha evvel Stamoulis, Mordtmann, Dumont-Homolle ve Mendel tarafından yayınlananlardan farklı olan bu yeni seri, hiç yayınlanmamıştı. Seure çok önemli bir ipucu vermişti: Bunlar Fatih Camisi’nin yıkıntıları arasında değil, Ortodoks Başpiskoposluğunun (Metropol it binası: Bugünkü Turgut Reis ilkokulu yerinde) binasında bulunuyordu. Bugün bu sütun başlıkları kayıptır. Son zamanlara kadar bu Başpiskoposluk binası duruyor ve ilkokul olarak kullanılıyordu, sonradan yıkılarak yeniden modern bir ilkokul binası yaptırıldı. Şu anda ilkokulun bahçesi ve önündeki yol üzerinde birkaç tane Bizans sütun başlığında çok değerli mimari bölümler görülebilir, ama bunlar Seure’in ortaya çıkardıkları değildir.
Özet olarak:
. İstanbul arkeoloji Müzesinde bulunan sütun başlıkları Selimpaşa’dan değil Silivri’den gelmişlerdir, onlara Selimpaşa’dakilere benzetmek için hiçbir ipucu yoktur.
. Onlar müzeye gelinceye kadar (ki bu 1903 yılıdır), Fatih Camisindeydiler.
. Bu sütun başlıkları kurucusunun ad, soyad ve titri olan Aleksios, Apokaukos, Parakoimomenos ve Ktetor (kurucu) isimlerini taşıyordu.
. Kilisenin patronu Aziz Yuhanna’ya ait olabilecek iki monogramın ne oldukları hala bilinmiyor. Bunların birincisi (Joannes) olabilir, fakat ikincisinde, Teologos’un 4 harfini görmek olanaksız.
. Başpiskoposluk binasında bilinmeyen diğer sütun başlıkları korunuyordu. Üzerinde Aleksios, Doucas ve henüz okunamayan isimlerin monogramları var.
Eğer adların Aleksios Apokaukos olarak doğru çözümlendiğini varsayarsak, Aleksios Apokaukos’un fetihten sonra camiye dönüşen Silivri Kilisesi’nin kurucusu ya da en azından restore edicisi olduğu aşağı yukarı kesinlik kazanır. Parakoimomenos Aleksios Apokaukos, kilisenin kurucusu, Bizans tarihinin çok tanınmış bir simasıdır. Bithynia doğumludur. Andronik yanında eğitilmiştir. Kurnazca hazırlanan bir entrika ile imparatorluğun tuz üretimi müdürlüğünü eline geçirdi ve kısa zamanda çok zengin oldu.
Meşru olmayan kazançları yüzünden kovuşturma yapılırken usta bir manevra ile tehlikeyi atlatmış, atalarından II. Andronikos’a karşı genç III. Andronikos’un mücadelesine katılmıştır. Bu iç savaşa paraca yardım sağlamıştır. 1321’de gerçekleşen bu iç savaşla Parakoimomenos unvanını almıştır. III. Andronikos’un saltanatı zamanında (1328-1341) sarayın en etkin kişisi oldu ve ona Megadioiketes (Megas duks, Megadük, büyük dük) unvanı ödül olarak verildiği zaman, imparatorluğun hazinesi ve mali yönetimi ona emanet edilmişti.
Kısa bir zaman sonra adaların genel yöneticisi ve amiral olarak atandı. Büyük ihtiras sahibi olan bu olağanüstü adamın tahta geçme emeli vardı. 1341’de III. Andronikos’un ölümünden sonra, Apokaukos boşuna Jonnes Kantakuzenos’a müttefiki olmasını önerdi. Selimpaşa’da yaptırdığı kalede zehirlemek için III. Andronikos’un oğlu V. Jonnes Paleologos’u kaçırmayı düşünmüştü. O zaman Kantakuzenos’un azılı düşmanı olan Magadük Apokaukos, V. Jonnes Paleologos’a karşı mücadeleye girişti ve bir terör yönetimi kurdu. 1345 yılında bu acımasız maceraperestin sonu geldi: Sarayın zindanlarına hapsettirdiği kurbanları tarafından linç edildi. Büyük çapta bir entrikacı olan Apokaukos, çağdaşları tarafından gerek içtenlikle gerek korku belası ya da dalkavuklukla, hekimlik dalındaki bilgileri Hipokrat’ınkinden daha geniş olan büyük bir âlim olarak övülmüştü.
Silivri kilisesinin monogramları, Apokaukos’un ad ve unvanları ile kolayca tercüme edilebilir. 1321’den 1328’e kadar gerçekten Parakoimomenos oldu. Kilise de bu tarihler arasında yaptırılıp, oradan buradan getirtilen sütun başlıklarıyla süslenip donatılmış olmalı. Halkça tutulmamasına karşın katledildikten sonra neden adının unutulmamış olması merak edilebilir. Fakat Apokaukos’un layık olduğu bu öldürülüş imparator’un güçlenmesini destekledi ve katiller korkunç bir acımasızlıkla cezalandırıldılar. Resmi olarak Aleksios Apokaukos’un anısı silinmedi. Binanın kalıntılarının önemsiz olmasına karşın 14. YY’daki özelliğine uygundur.
Hemen hemen Kale’nin ortasında bulunan kilise, dik bir yamacın üstüne kurulmuştur. Planın izleri bugün toprak üstünde zorlukla seçilebilir. Diğer bölümlerine göre kuzeydoğu köşesi biraz daha belirli olup, birkaç sıra tuğla görülebilir. Kilise topografik eğimine uygun olarak yapay bir teras üzerine kurulmuş ve bu platformun altında bir sarnıç bulunmaktadır. Bu sarnıç üzerinde yer alan kilise sarnıçtan çok küçüktür. Daha önce burada daha büyük bir yapının varolup olmadığı bilinmiyor. Kilisenin yan duvarları doğrudan doğruya sarnıç üzerinde duruyor. Fakat çok hafif eksen eğriliğinin dikkati çektiğini de söylemeliyiz.
Plan, Yunan haçına benzeyen, üç tane kilise mihrabı (Apsis) ile bir tane dış dehlizden meydana gelmektedir. Kuzeydeki küçük kilise mihrabı çok az bir bölümü kalan yapı parçasıdır, ama mihrap tamamen yok olmuştur. Güneydeki küçük mirhabın toprak düzeyindeki izi çok az görülebiliyor. Ama yine de bunlar daha önce burada varolan binanın planını anlamak ve ölçmek için yeterlidir. Büyük bir olasılıkla kilise 4 kolonlu Yunan kilisesi tipine benziyordu. Planın bir özelliği yok hatta çok olağan olduğu söylenebilir. Fakat daha önce de sözü edildiği gibi hala varlığını sürdüren ufak bir duvar parçası ve İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü arşivindeki çok önceleri saptanmış olan daha büyük bir duvar parçasının resmi bize kesinlikle Silivri kilisesinin yapıldığı tarihi bilmemizi sağlıyorlar.
Kilise yıkıntısı temizlenmeden önce burada, toprak üzerinde birisi ortasından kırılmasına karşın diğeri hiç bozulmamış iki sütün gövdesi bulunmaktaydı. Bu üzerleri damarı, kolonların yükseklikleri 2.30 m. çapları ise aşağıda 45 cm. yukarıda 42 cm. idi. Ayrıca kaba bir şekilde yontulmuş, yarısına kadar toprağa gömülü, aşağı kısımda genişliği 43 cm. yukarıda 63 cm. olan bir sütun başlığı bulunuyordu.
İlk görüşte bu kalıntıların 4 ana sütunun kalıntıları olduğu sanılır: Elimize şans eseri geçen çok eski bir resim, bu sütunların dehlizi ana şahından ayıran sütunlar olduğunu gösteriyor. Sütun araları mermer çerçevelerle süslenmişti. Sonuç olarak bunları M.E. Dallogio d’ Alessio’nun lütfedip sakladığı M. Miltiades Stamoulis’ten (Anastas Stamoulis’in oğlu) alınan, belgesel değeri inkâr edilmeyecek bir fotoğraftan öğrenebiliyoruz. Bu fotoğraf M. Miltiades Stamoulis’in Atina Akademisi’ne verdiği belgeler arasında bulunuyordu.
Orada Silivri kilisesinin 1870-1880 yılları arasındaki durumu görülmektedir. Minarenin henüz yıkılmamış olduğu, birinci planda lahit ve ana avluyu dış dehlizden ayıran avlu duvarları da seçilebiliyor. Bu fotoğrafın saptamasına göre, yıkılmamış olan güney duvarlarının güney köşesi de görülüyor. Fotoğrafta dar minare ayağında, 4 ana kolon üzerinden geçerek bunları birbirine bağlayan, son derece harap bir kompozit sütun başlığı da seçilebiliyor. Bu belgenin, dış dehlizi ayıran dik bir duvarın görüldüğü diğer bir resimle (bereket az soluk) karşılaştırması yapıldığında, tamamıyla soluk olduğu ve bundan başka bazı yerlerinin az çok hasara uğramış olduğu görülür.
Kalıntılara göre kuzeydeki küçük mihrap beş etek (pan) liydi. Bu eteklerin her biri (etek-pan, mihraptaki duvarlara verilen ad) sırasıyla, düz ya da yarım daire biçimindeki hücrelerle (nişlerle) oyulmuşlardı. Ayrıca cephesi özel bir biçimde yapılmış tuğlalarla süslenmiştir. Bu küçük mihrap parça parça olmasına karşın Paleologoslar devrinin karakteristik mimari özelliklerini taşımaktadır. Bu mihrap kalıntısıyla Lips (Fenari İsa Camii, güney kilise’nin), Pammakaristos (Fethiye Camiinin, Khora’nın (Kariye Camisi) ve St. Jean Aleitourgetos (Mesembria’da)’nın mihrapları arasında göze çarpan bir benzerlik vardır.
Kilisenin mimarisi, üstünde Aleksios Apokaukos yazılı sütun başlıkları ile bir uyum içindedir. Gerçekten üzücüdür ki Stamoulis, Mordtmann ve belki de Seure’nin gördükleri zaman hala ayakta duran ve kuşkusuz karakteristik bir mimarisi olan bu yapı üzerine daha geniş ve kesin bilgiler vermemiş olmalarıdır. Mordtmann’ın işaret ettiği freskler için de aynı söz söylenebilir. “Müttefik Orduları Seyahati” adlı eserin yazarı E. Jouve 9 Temmuz 1854 tarihli 23. mektubunda, Silivri ve kiliseyi anlatıyor: Yazar, “Müslümanlar yalı boyunca, duvarların dışına yerleştiler, yıkık duvarların iç kısmını Rum, Yahudi ve Ermenilere bıraktılar” diye yazıyor ve ayrıca kilisenin kasabanın merkezi olduğunu belirtiyor. “Yaşlı bir Rum kadını haç işareti yaparak bunun eski bir kilise olduğunu anlattığı zaman, bu esrarengiz camiye uzun uzun bakmıştı. Aslında kadın söylemese bile kilise olduğu anlaşılıyordu. Çünkü binanın stili ve çok değişik Bizans yapısı gösteriyordu. Bu tapınağın ilk şeklini keşfetmek için süslemelerde ve sütun başlıklarında yazılan azizlerin monogramlarıyla haç işaretini görmek yeterlidir. Hıristiyan kiliselerinin süslemeleri Mekke’ninkine benzemiyor. Türkler renkli tahtalardan yapılmış mihraplarını sonradan ilave ettiler.
“Mermerden yapılmış büyük sahnın tavanı, iki sıra halinde küçük kemerler üzerine oturtulmuştur. Bu kemerler ince ve yassı payelerle desteklenmiştir. 10 parmak genişliğindeki payeler (ayaklar) sadece 6 parmak kalınlığındadır. Bu eşine az rastlanan bir özelliktir. Müslümanlar bu çatının tamir edilmemesi yüzünden, bu binadan çıkmak zorunda kaldılar. Sahına yağmur suları bastı, aynı nedenle çatı harap oldu ve karşılıklı deliklerden sarmaşıklar girmeğe başladı. Yapıtın 1854’ de harabolduğunu ve dikdörtgen biçimindeki bölümde bulunan ince ayakların çatıyı taşıyan kemerleri desteklediğini bize öğretmesi bakımından bu mektup oldukça değerlidir.
Bugün başka bir koleksiyonda Silivri kilisesinin diğer fotoğraflarının bulunacağı ümit edilebilir. Daha ayrıntılı bir resme kadar, bu konudaki tüm araştırmalarımız maalesef başarısız sayılır.
Kilisenin bulunduğu yerde, yıkılmış olan minarenin bir bölümü görülüyor. (Bugün aynı minarenin yerinde yeni camiye ait minare bulunmaktadır) Helezon biçimindeki merdivenin sadece iki basamağı duruyor. Bizans devrinden beri kiliseyi komşu geçitlerden ayıran duvarla çevrili alan bile kaybolmuş, ama toprak üzerinde izleri belli oluyor. (Bugün o izlerden yararlanılarak bu eserin çevresine bahçe duvarı yapılmıştır.
Not: Yukarıdaki bilgiler, Prof. Dr. Semavi Eyice’nin 1963’te Fransızca yazdığı “Alexis Apocauque et I’eglise byzantine de Selymbria (Silivri), Byzantion, sayı 34 adlı çalışmasından, aynı yazarın “Trakya’da Bizans Devrine Ait Eserleri (1969) adlı araştırması ve “Son Devir Bizans Mimarisi” (1980) adlı kitabından alınmış, güncel bilgiler taraflarından eklenmiştir.