Selimpaşa, Silivri’nin güneydoğusunda, Silivri’ye 12 km. mesafede, 2023 nüfus sayımına göre toplam 23.963 nü­fusa sahip 80 rakımlı, 19285 dönüm arazisi olan, E-5 ka­rayolu üzerinde ve Marmara denizi kı­yısında bulunan bir mahalledir.

Mahalle turizme açık olup halkın geçim kay­nağı çiftçilik, balıkçılık, nakliyecilik ve es­naflıktır. Tarımda bamya, kavun ve soğan ziraatı önde gelir.

Mahallenin yerli halkı yok denecek kadar azdır, kendilerini yerli sayanlar 93 harbi muhacirleridir. (93 harbi, 1877-1878 Os­manlı-Rus harbine verilen addır) mahallenin bugünkü halkı çoğunlukla Batı Trakya’dan Selanik, Drama, Langaza’dan mübadil ola­rak (Mübadele: Değişim, devletlerin bir kısmı halkı karşılıklı olarak değiştirmelerine denir. Lozan’da Türklerle Yunanlılar ara­sında, Türk ve Rum ahalinin de­ğiştirilmesine dair bir sözleşme ve protokol 24 Temmuz 1924’te imzalanmıştı, Ankara anlaşması ile bunun uygulanmasına ge­çilmiş, Türkiye’deki Rumların bir kısmı Yu­nanistan’a Yunanistan’daki Türklerin bir kısmı da Türkiye’ye göç ettirilmiştir)

Mahallenin ismi, Bizanslılar zamanında EPİVATOS (Epivati) idi, bazen Pilvati Uğrak yeri ismine de rastlanılmaktadır, daha son­raları Osmanlılar zamanında ise BiCADOS ismiyle anılmış, Cumhuriyet devrinde de SELİMPAŞA adını almıştır.

Mahalleye adını veren Selim Paşa, Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa, 1773 yılında Bender’de doğmuş, Kapıcıbaşı Hotin’li Mustafa ağanın oğ­luydu. Kendisi kapıcıbaşılık, bostancıbaşılık gibi çeşitli görevlerde bulundu. 1819’da ve­zirlik rütbesiyle Silistre Beylerbeyliğine atandı. Eylül 1824’te Mehmet Said Galip Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirildi. Önemli bazı devlet görevlilerine yeniçeri ortalarından muallem (eğitim eri) yazılması ve bunların batı yöntemleriyle eğitilip eş­kinci (sefere katılan yeniçeri) ye­tiştirilmesini benimsetti. Ama yeniçeriler bu uygulamaya karşı çıkarak ayaklandılar. (14 Haziran 1826) Mehmet Selim Sırrı Paşa ayaklanan askerleri sert biçimde bastırdı.18 Haziran 1826’da bir fermanla Yeniçeri ocağı kaldırılarak, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin kurulacağı duyuruldu. Mehmet Selim Sırrı Paşa, bu yeni orduyu örgütleme çalışmalarını başlattıysa da 1828-29 Osmanlı-Rus savaşında ba­şarısızlığa uğraması ve Vama’nın Ruslar’ın eline geçmesi üzerine görevinden alınarak (Ekim 1828), önce Gelibolu’ya ardından da Sofya’ya sürüldü. 1830’da bağışlanarak Halep Beylerbeyliğine atandı. Ertesi yıl Şam Beylerbeyliğine getirildi ve bu görevi sı­rasında, Aralık 1831 tarihinde eşkıya ta­rafından şehit edildi. II. Mahmud’un sad­razamı olan Mehmet Selim Sırrı Paşa, Vakayi Hayriyelde büyük rol almıştır.

Mehmed Selim Sırrı Paşa Silistre vadiliğinden İstanbul’a dönerken Bigados’a uğ­rayıp orada mola vermiş ve dinlenmiş, o yıllarda burası temiz hanların bulunduğu bir uğrak yeriymiş. Selim Paşa, Bigados’ta kaldığı müddet içinde Rumların telaş içinde bazı hazırlıklarını görerek ilgilenmiş ve bir askeri okul açma hazırlıkları içinde ol­duklarını öğrenerek İstanbul’a geldiğinde durumu Padişaha arz etmiş. Bunun üzerine Padişahın iradesi ile Rumların bu te­şebbüsüne mâni olunmuş. Selim Paşa sad­razam olduğu sırada bu köyle devamlı il­gilenmiş, bu köye bir de çeşme yaptırmayı planlamış fakat çeşme sadrazamlıktan ay­rıldıktan sonra bitirilebilmiş. 1828 se­nesinde yaptırılan bu çeşmenin kitabesinde:

Semiyyi Fahritllem sadı vdla kadri salnk kim Bigadosta dlicdh icra etti bu ma’ı

Duayı hayrı ebndyı sebili etmeğe ihraz Yuvalkı maksudu dilhdh icra etti bu ma’ı

Teraveş eyledi tarihi dilcu kilki (Esad) dan Selim Paşa livechullah icra etti bu ma’ı

(Ebcet hesabıyla tarih hicri 1244)

Bu kitabenin konuştuğumuz dile çevrilmiş şekli:

Fahrialemin adaşı eski sadrazam, o medldi yüce zat Bigados’ta bu suyu akıttı. Yoldan geçenlerin hayır dualarını almak için dilediği şekilde maksada uygun olarak bu suyu akıttı. Esad’ın kaleminden bu gönül alan tarih sızdı. Selim Paşa Allah rızası için bu suyu akıttı (Miladi 1828)

Çeşme üzerindeki kitabede Mehmet veya Muhammed geçmemekte ise de Pey­gamberimizin adaşı tabiri, isminin Mehmet Selim olduğunu anlatmaktadır, esas ismi ise yukarıda bahsettiğimiz gibi Muhammed Selim Sırrı’dır. Anlaşılacağı üzere ki­tabedeki Esad ismi de kitabeyi yazan kişinin adıdır.

Bu çeşme halen İKİZLİ ÇEŞME olarak anıl­makta olup, büyük havuzun yanındaki çınar ağacının altında bulunmakta ve bugün (1994 yılında olduğumuza göre) 166 yaşındadır.

Selimpaşa mahallesi çok eski yıllarda bir okumuşlar şehriydi; ikizli Çeşme dediğimiz Selimpaşa’nın yaptırdığı çeşmenin do­ğusundaki büyük bina, onun arkasındaki dört duvarı kalmış olan bina, merhum Zey­nel Granit’e ait belediye binasının ba­tısındaki kule diye isimlendirilen viran bina artığı ile bugün ilkokul olarak kullanılan taş binaların hepsi birer okul olup Dr. Sarandi Arhiyeni isimli zat tarafından yaptırılmıştır.

Bu okullar lise ayarında olup genel kültür ve mesleki bilgiler okutulurdu. Bu lise aya­rındaki okullardan biri erkekler diğeri de kızlar okulu idi.

Kızlar okulunda rahibe, öğretmen ve hem­şire, erkekler okulunda ise din adamı, öğ­retmen ve sağlık memuru yetiştirilirdi. Bu­rada sağlık memuru da yetiştiği için erkek okuluna Medicine Pour La Turqie, (Türkler için tıbbiye) denildiği rivayet edilir. Diğer okullar; bugünkü pazar yeri yakınında bu­lunan merhum Zeynel Granit’e ait kule de­nilen bir kısmı, küçük bir parçası kalan bina Yetim okulu idi. Burada yetim ve kim­sesizler okurlar, yatılı olduğu için aynı bi­nada yatarlardı. Bu yetim okuluna çok yakın bir yerde Anaokulu da bulunuyordu, bugün bu binadan hiçbir iz kalmamıştır.

Yakın zamana kadar, Rumların sahile yakın bir yerde büyük ve kıymetli bir kiliseleri vardı, yıkılmış dört duvarından başka bir şeyi kalmamıştı, belediye tarafından yık­tırıldı, kiliseyi yıktıran yetkilinin de Eski Eserleri Koruma Kurumu ile başı epeyce derde girdi. Selimpaşa Çeşmesi’nin ya­nındaki eski okul binalarının kuzeyinde, eski Londra asfaltı yanında güzel ve halen bozulmamış Dr. Arhiyeni’nin yaptırdığı Kırk Martirler isimli kilise de 1955 yılında köy muhtarlığınca yıktırılmış, bu güzel eser or­tadan kaldırılmıştı. Selimpaşa’daki üçüncü kilise bugün terkedilmiş olan eski cami idi. Köy kooperatifi tarafından depo olarak kul­lanılmaktadır. Dördüncü kilise Azize Pa­reskeva kilisesi idi; çok seneler önce or­tadan kalkmış bugün yeri bile belli değil.

İkizli çeşme’nin yanındaki ve yol üzerinde bulunan büyük eski okul binası, ikinci Dünya Sa­vaşında bir süvari birliğinin kış­lası olarak kullanıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar bütün Balkanları işgal etmiş, Trakya hududumuza kadar da­yanmışlardı, o zaman vatanı ko­rumak için bütün Trakya’ya asker yığmıştık, bu arada Se­Iimpaşa’da da bir süvari birliği bulunuyordu. Bugün bu eski okula, süvari birliğine kışla va­zifesi gördüğü için, hala kışla denilmektedir. Bu binanın ku­zeyindeki 1955 yılında yıktırılan kiliseye de Kule Kilise deniliyordu. Esasen Bizanslılar zamanında Selimpaşa’da bir kule bu­lunuyordu ve buna Epivates kulesi denilirdi ve bölgenin korunması için yaptırılmıştı, bu sebeple olsa gerek Selimpaşa’daki birkaç büyük bina harabesine hala Kule de­nilmektedir. (Zeynel Granit’e ait yetim oku­lunun bina harabesine Kule denildiği gibi)

Bizanslılar zamanında Selimpaşa’nın etrafı bir surla çevrili idi. Kasaba sonradan azize olarak kabul edilen bir kadına aitti. Zamanla Silivri’deki kiliseyi yaptıran Alek­sios Apokaukos’un mülkiyetine geçti. Se­Iimpaşa’nın ilk sahibi olan kadının adı, Azize Paraskeva’dır. Bu azizenin kutsal emanetleri (kemikleri) o zamanlar Selimpaşa’daki bir kilisede korunuyordu.

Azize Paraskeva, Hıristiyan Ortadoks Aziz­leri tarihinden öğrendiğimize göre, daha sonraları Bizans imparatoru Andronikos’un generali Büyük Apokaukos’un mülkiyetine geçen Epivati adında bir köyün sahibesi idi. Sultan IV. Murat zamanında Boğdan Beyi Vasil, İstanbul’daki Patrikhane’den, burası için birçok hizmette bulunduğu dü­şüncesiyle, bu Azizenin kutsal emanetlerini getirme izni aldı. Zira Vasil kendi gelirinin 260 keseden fazlasını bu kiliseye har­camıştır, böylece patrik de Azize Pa­raskeva’nın kutsal emanetlerinin nakline rıza göstermekle kilisenin Türklere ve Hı­ristiyanlar’a olan borçlarını böylelikle öde­miş oluyordu. Türklerce bir cenazenin üç milden fazla bir yere naklinin yasak olması sebebiyle bu nakil iznini almak ve Boğ­dan’a kadar cenazeye Kapıcı başının eşlik etmesi için Osmanlı Sarayına 300 keseden fazla para verilmiştir.

Bu kutsal emanetlerin taşınmasına ilişkin öykü, Azize Pa­raskeva’nın kemiklerinin getirilip saklandığı kilisenin (ki bu kilise Boğdan = Buğdan = Moldavya’da Trey Yerarhi Manastırıdır) güney duvarında tasvir edilmektedir. Bun­lardan başka tüm maiyetiyle birlikte Kapıcı başının, kutsal emanetlerin bulunduğu sandukanın önünde nasıl alay halinde yü­rüdüklerini göstermektedir.

Türkler Selimpaşa’yı ilk defa Orhan Gazi’nin oğlu Murat Bey vasıtasıyla ele ge­çirmişlerdi. Orhan Gazi 1359 tarihinde oğlu Süleyman Bey’i, bir yıl sonra da 1360’ta ikinci oğlu Murat Bey’i Rumeli’ye gönderdi. İki kardeş ordularını birleştirerek ortak düşmana karşı birlikte savaştılar. So­nuçta Süleyman Bey, Malkara ve İpsala’yı, Murat Bey ise İstanbul’a on saat mesafede bulunan Epivatos kalesini ele geçirdiler.

Os­manlıların daha sonraki yıllarda İstanbul’un fethine kadar Selimpaşa ile pek il­gilenmediklerini görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un işgalinden önce Trak­ya’daki Marmara ve Karadeniz kıyıları da dahil düşmandan temizlenmesi için Dayı Karaca Bey kumandasında 10.000 sü­variden oluşan bir kuvveti Edirne’den yola çıkardı. Bu birlik Misivri (Mesembria), Vize (Bizon), Midye (Anchelion), Burgaz, Bi­gados ve Yeşilköy’ü (Ayastefanos) zap­tederek İstanbul önlerine geldi.

Selimpaşa’nın kuruluşu çok eski devirlere kadar gider. Bu hususta D. Kantemir şu bil­giyi vermektedir: “Burası İstanbul’dan 12 saat mesafede olup, Bizans imparatoru Yo­annes Kantakuzinos’un amansız düşmanı olan Büyük Kumandan Apokokus’un ka­rargahının bulunduğu Epivates olup, Gre­goras’ın ifadesine göre burada imparator Yoannes’in görkemli sarayları bulunmakta idi ve bugün de bu sarayların yıkıntılarına rastlanmaktadır. (1700.lü yıllardaki durum) Bu harabeler arasında ben bir taş yığını al­tında, bir buçuk kadem (ayak) uzunluğunda bir somaki mermer parçasına rastladım. Bunun üzerinde dört at tarafından çekilen bir araba içinde bir kadın resmi oyulmuştu, başında defne dalından bir taç bulunmakta ve dağılan saçları rüzgârın etkisiyle dalgalanmaktaydı. Kadının sağ elinde bir hurma dalı, sol eliyle de atların dizginlerini tutmaktaydı ve taş şu yazıyı taşımaktaydı: “Dus afieroutai xd”. Zaman aşımı yahut yı­kıntıların ağırlığı sebebiyle isim silinmişti, burnu ve sağ kulağı da kırılmıştı, geri kalan tarafı tam ve sağlamdı.

Milattan önce 520 yılına denk düşen 64. olimpiyatın yapıldığı yıla ait oluşu bu taşın ne kadar eski ol­duğunu göstermektedir. (Bu taş ya 64. olimpiyatın yapıldığı yılda veya daha sonraki yılların birinde başka bir yerden buraya ge­tirilmiş olabilir) Bu taşı ben, dü­şünülemeyecek kadar güzel bir yer olan Bo­ğaziçi kıyılarında, İstanbul’un kenar mahalleleri sayılan buradaki sarayımda, az bulunur bir anıt olarak korudum. Fakat ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, burada top­lamış olduğum tüm kıymetli eşyalarla bir­likte sarayım, Sultan Ahmet’in kız kar­deşinin eline geçmiş olduğunu öğrendim”.

Yukarıda sözü edilen görkemli sarayların, sağlık ocağı, Belediye binası ve öğretmen loj­manlarının olduğu yerde bu­lundukları tahmin ediliyor. Bu­rada çok eskiden köyün sahibi Azize Paraskeva’ya ait bir kule bulunuyordu. Osmanlıların Se­limpaşa’yı aldıkları zamanda köyün etrafında sağlam yapılı bir sur bulunuyordu, bugün bu surun izine bile rast­lanılmamaktadır.

Selimpaşa’nın tarih öncesine da­yanan bir yerleşim merkezi olduğunu kanıtlayan bir höyüğü vardır. Bu höyük Selimpaşa’nın takriben 2-2.5 km. batısında bu­lunan bir sırtın, küçük körfezinin kıyısındadır. (Sporkentle SeIimpaşa arasında) Eski İstanbul Edirne karayolu bu yamacın hemen kuzey yanından, E-5 karayolu da 300 m ilerisinden geçer. 1964’te D.H. French tarafından yapılan yüzey araştırmasında, tepede tarih öncesi klasik ve Bizans çanak çömleği bulundu. Tarih öncesi çanak çömlekleri TruvaI, gü­neydoğu Bulgaristan, Bursa bölgesi ve Kı­nalı tarih öncesi çanak çömlekleriyle ben­zerlikler gösterir.

Türkiye’de genel olarak köylerden şehirlere göç, son yıllarda çok artmakla beraber, bunun aksine Selimpaşa’da ise her sene biraz daha artmaktadır. Kasabanın nüfusu 1970 yılında 2243, 1975 yılında 1600 iken, 1985 yılında 4651, son 1990 nüfus sayımında ise 8534’e çıkmıştır.

Bu nüfus artışında yazlıkçıların büyük rolü olmuştur. Kasabanın gelişmesinin bir se­bebi de Belediyenin, Sağlık Ocağı, PTT, Kalkınma kooperatifi, fabrika, otel, lokanta ve gazinoların bulunması, bu tesisler bir yer için aşırı olmayan ihtiyaca kâfi gel­mektedir. Ayrıca kasabada turizm ha­reketlerinin artması da bu işte rol oynamakta olup, kasaba yavaş yavaş şehirleşmeye git­mektedir.

Eskiden çiftçi, balıkçı ve şarapçı olan bu yer bugün ta­mamen yön değiştirmiştir. Çift­çilik nispeten azalmış yerini ka­vunculuk, bamyacılık ve soğancılık almıştır. Her sene to­patan kavunu için kasabada fes­tival yapılmaktadır. Esasen hal­kın çoğu elindeki araziyi yazlıkçılara sattığı için köyde ekilecek pek bir arazi de kal­mamıştır, sahil villa, yazlık ev ve sitelerle tamamen kapatılmıştır. Balıkçılık ise, tiriller Marmara denizini berbat edip balıkların yuvalarını bozduğu için yok de­necek kadar azalmıştır, bu işle uğraşan birkaç kişiden başka kimse kalmamıştır, bunlar da çok zaman başka yerlerde av­lanmaktadırlar, balıkçılık baba sanatı olduğu için bu işi bı­rakamamaktadırlar. Şarapçılık ise; mü­badeleden önce her tarafı bağ olan kasaba, zamanla bakımı emek istediği için, bağlar kesilip tarla yapılmış, bu sebeple köyde şa­rapçılık ölmüştür. Şimdi kasaba halkı üzümü sadece pazarlarda görmektedir. Şimdi, çiftçilik, balıkçılık ve şarapçılık ye­rini yavaş yavaş plajcılık, gazinoculuk ve meyhaneciliğe bırakmaktadır.

Kasabanın yeni bir geçim kaynağı da nak­liyeciliktir: Turistik tesis veya yazlık ev ve site yapanlara ellerindeki arazi ve tarlalarını iyi fiyatla satan kasabalıların çoğu bu pa­rayla kamyon satın alıp nakliyeciliğe baş­lamışlardır.

Kasabanın içme su şebekesi, muntazam bir kanalizasyon şebekesi, elektriği, asfalt yol­ları ve PTT binası, 1990 yılında açılan bir li­sesi ile içinde doktoru, hemşiresi ve ebesi bulunan bir de sağlık ocağı vardır. Sağlık ocağının arsasını merhum Zeynel Bey (Gra­nit), Ana-Çocuk Sağlığı İstanbul Merkezi Baştabipliğine bu arada bir Ana-Çocuk Sağ­lığı Dispanseri yaptırılması için hibe etti. Pfizer ilaç Fabrikası’ndan bu iş için bir mik­tar para yardımı alan Dr. Burhan Öncel’in (merhum) inkâr edilmez üstün gayret ve ça­bası ile arkadaşları ve yardımcıları Dr. Danış Tanyeli ve Dr. Cemal Kozanoğlu ile Selimpaşa ve civar köylerden para yardımı toplayarak 1963-64 yılında Ana-Çocuk Sağ­lığı Dispanseri olarak yaptırıldı. Bu bina, 1978 yılında Silivri-Çatalca’da sos­yalleştirme başlayınca Sağlık evi olarak, daha sonra da Sağlık Ocağı olarak kul­lanılmaya başlandı.

Selimpaşa, İstanbul-Avrupa yolu üzerinde olduğu için (E-5 karayolundan önce yapılan ve kasabanın içinden geçen eski yola Lond­ra Asfaltı denilirdi, ondan çok daha ön­celeri yine Selimpaşa’nın içinden geçen yola da İstanbul-Edirne yolu denilirdi, Bi­zanslılar zamanında da sahilden geçen bir yolun bulunduğu bilinmektedir) çok es­kiden beri kervan ve yolcuların uğrak yeri idi, o vakitler burada mamur ve bakımlı hanlar bulunuyordu ve yolcular bu han­larda konaklıyorlardı.

İşte bu yolculardan biri de Divan Edebiyatımızın meşhur şa­irlerinden Keçecizade izzet Molla Keşan’a sürgün giderken Selimpaşa’da konaklamış, sene 1823 (Bu sürgünün hikayesini Mihnet­i Keşan adıyla yazdığı kitapta İstanbul’dan itibaren geçtikleri konakları teker teker an­latıyor, Selimpaşa’dan hoşlanıyor, Silivri’yi pek sevmiyor, Silivri ile Selimpaşa’dan şu şekilde bahsediyor: “Yeni evin baş köşesine kilim serip o gece Bigados’ta kaldık, orada özgürlük belirdi, Keçecizadelik ortaya çıktı. Köy küçük ama havası güzel, o güzel han da gönül açıcı bir yerde. Bosnalı soylu bir kişi, bir Bey de o gece orada konuktu. Sü­leyman Paşa, yeri cennet olsun o söz us­tası babasıymış. Zamanın büyüklerinin buy­ruğu ile Padişahın kapısına gitmekte imiş, gelip benimle söyleşti, İstanbul’u sordu, benden yol yordam öğrenmek istedi, ben “yol yordam bilsem bu hanlar bana mekân olmaz”, dedim. Selimpaşa’dan hareket et­tikten sonra ancak iki saat geçmişti ki sol yanımızda Silivri göründü. Silivri deyince sivri bir yer sanma, anlatılmaya değer bir iz yok. Aslı nedendir bilinmez, sevilmez bir yer. Orada bir kahve içip yola koyulduk”.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u almak için planlar yapıyor, bahaneler arıyordu; tam bu sırada Fatih’in eline iyi bir bahane geçti, işte fethin zahiri sebeplerinden biri de Se­Iimpaşa’da çobanların kavgalarıdır: Bu olay değişik tarihlere göre şu şekilde olmuştur:

İimparator Konstantin, Fatih Sultan Mehmet’in yaptırmakta olduğu Ru­melihisarı’nın inşaatına mâni olamayınca, karşı tarafın gözüne girebilmek için işçilere erzak, padişaha da her gün en seçilmiş yi­yecek ve içecekleri gönderecek kadar kü­çülmüştü. İmparator bir de Fatih’ten ordu hayvanları ile inşaat malzemesi taşıyan hayvanların Bizans tarafına girip ekili tar­lalara zarar vermemeleri için bunlara mâni olacak asker istiyordu. Fatih bu ricayı kabul etmedi, bilakis hayvanların yiyecek bul­dukları yerde otlamaları, eğer Bizanslılar mâni olmak isterlerse silahla karşılık ver­melerini emretmişti.

Tursun Bey Tarihi Ebulfetih’te: “Cünhisar (Rumeli hisarı) tamam oldu. Padişah Edir­ne’ye göç buyurdu. Göç sırasında kapu hal­kından birkaç yiğit göç yolunda Bizans ço­banlarından koyun istemişler, arada kasap savaşı vaki oluyor. (Olay Bigados’ta mey­dana geliyor) İstanbul halkı Sultanın as­kerlerinin göçünün seyrine çıkmış, bazı sar­hoş kafirler araya girip iki taraftan kılıçlar çekilmiş, davarlar ölmüş. Bu hadise üzerine gubar cengi ehli kaf’a izharıa davet zan­nedip, biteamül bağilik çanlarını çaldırıp kapılar yaptırıp baği oldular.” (Konuşulan Türkçe’deki karşılığı: kavganın tozu sinirli ve etrafı düşünmeyen kişilerce düşmanlık gösterisi zannedilip başkaldırarak is­yanlarını ilan ettiler.)

Aşıkpaşazade, Tevarihi Ali Osman’da: “Sul­tan, Akçaylı oğlu Mehmet Bey’i gönderdi “Tiz var İstanbul kapısını yaptır”, dedi. Meh­met bey geldi, şehir kapısında adam kavradı. Köyleri, davarını sürdü. Bizanslılar ken­dilerini kurtarabilmek için Halil Paşa’ya mü­racaata karar verdiler ve rüşvet olarak da ba­lıkların içine altın doldurarak gönderdiler. Damat isfendiyar zade Kasım Bey’in hay­vanları Epivate Kulesi (Bigados=Selimpaşa) civarında tarlada otlarken, tarla sahibinin müdahalesi üzerine çıkan çatışmada iki ta­raftan birçok kişi öldü veya yaralandı. (Ha­ziran 1452) Bu olayı haber alan Fatih, Ket­hüda Bey’e yanına kâfi derecede asker alarak bu köylüleri cezalandırmasını emretti. 40 köylü öldürüldü”.

Fethi Kostantiniye ve Tarihi Ayasofya isimli eserde, Osmanlıların makulat müdürü Ak­çaylı Mehmet Bey, Bizans çobanlarından hayvan satın almak istediği ve onların ver­memesi nedeniyle de aralarındaki münakaşa bir çarpışmaya dönüştüğü, hadisenin Kanlı Kavak denilen mevkide geçtiğinden bah­sedilmektedir. (Burası Araptepe yakınlarında bulunan bir yer olup çarpışmadan sonra halkı olduğu gibi buradan çıkarılıp, o za­manlar orada sadece bir manastır bulunan Ortaköy’e sürülmüş ve o tarihten sonra bu­rası Sürgün ismini almış, cumhuriyet dö­neminde de Ortaköy ismini almıştır. İşte Selimpaşa’da meydana gelen bu çarpışma Fatih’in Bizans’a harp ilanının zahiri sebebi oldu, Fatih harp ilanı için bahane arıyordu, bu bahane de böylece ortaya çıkmış oldu. Bizans imparatoru bu çarpışmalar haberi üzerine muharebenin kaçınılmaz olduğuna hükmederek, İstanbul sur kapılarının ör­dürülmesini emretti, İstanbul’da bulunan Türkler tevkif edildi, fakat üç gün sonra bun­lar serbest bırakıldı. Ducas’a göre imparator Fatih’e sefir gönderdi, kendisine “Mademki ne aramızdaki barış aktinin kutsiyetini ve ne de size olan hürmetim sizi harp arzularından vazgeçiremiyor, bütün ümitlerim cenabı haktadır. Eğer Allah bu şehrin verilmesini emrediyorsa buna kimse mâni olamaz. Eğer o, size sulh his ve arzularını ilham ederse, bunu bütün kalbimle kabul edeceğim. Bana gelince şehrin bütün kapılarını kapalı bu­lunduracağım ve oradaki ahaliyi bütün kuv­vetimle müdafaa edeceğim”, mesajını iletti.

Tursun Bey tarihine göre buna Fatih’in ce­vabı: “imparator biteamül nakzı ahdedip dostluk cülabını sui tedabir ile mukadder ve müntan etti. Özrü makbul olmaz, münbaat yağiliktir ya kaleyi verirsin ya da başın kay­dın görürsün.” Bu cevabın konuşulan Türkçe’deki karşılığı: ‘imparator etraflıca dü­şünmeden, dostluk gülsuyunu fena tedbirler çamuru ile buladı ve fena kokuttu, özrü kabul edilmez, bundan sonrası baş­kaldırmadır. Ya İstanbul’u ya da başını ve­rirsin’. Fatih, Bizans imparatorunun me­sajını olduğu gibi kabul etti. Böylece Bizans imparatorluğu ile harp halinde olduğu ke­sinleşti.

Selimpaşa’nın, nüfusunun az olmasına rağ­men yavaş yavaş şehirleşmeye gittiği göz­lenmektedir. Selimpaşa, fonksiyonların çe­şitliliği ve fonksiyon alanlarının dağılışı bakımından şehirsel bir yerleşme gö­rünümündedir. Selimpaşa az nüfusuna rağ­men bugün için Anadolu’daki herhangi daha büyük bir kasaba ile kıyaslanacak olursa, daha çok gelişmiş ve hatta şehirsel birtakım fonksiyonlara sahip olduğunu görebiliriz. Se­Iimpaşa’daki söz konusu gelişmede birçok faktörlerin bir arada rol oynadığı görülür, bir yandan sahilde ve E-5 ve TEM devlet ka­rayolu üzerinde yer alması, diğer yandan İstanbul gibi büyük bir şehrin kasabası olması ve İstanbul’a 55 km. mesafede bulunması kasabaya özel bir durum sağlamıştır, nitekim İstanbul’un süratle artan nüfusu, bilhassa yaz aylarında ve hafta sonlarında, gürültülü şehir hayatından uzak, sahilde dinlenecek ve de­nize girilecek yakın yerler bulmakta güçlük çekmektedir, böylece nüfus, gün geçtikçe bu ihtiyacı karşılamak için İstanbul dışına ve uzaklara taşmaktadır.

İşte Selimpaşa’nın bir yandan deniz kenarında yer alması, diğer yandan Avrupa yakasında ve E-5, TEM ka­rayolu üzerinde bulunması, yani, iyi ulaşım şartının bulunması (gerçi bugün deniz yo­lundan yararlanılmamakta ise de ileride bun­dan çok yararlanılacağı meydandadır) İstanbul nüfusunun bu ihtiyacına cevap vermesine neden olmuştur. Ancak bu durum, anlaşıldığı gibi Selimpaşa’da, daha çok periyodik mevsimlik bir gelişme mey­dana getirmektedir. Bu mevsimlik gelişmeyi iki şekilde tespit etmek mümkündür; birincisi yaz ve kış aylarındaki nüfus farkı, ikincisi ise her iki mevsim arasındaki hareketlilik ve fa­aliyet farkı, nüfus miktarı yaz aylarında art­tığı gibi, genel hizmetleri karşılayan birçok yerler faaliyetlerini kış aylarında tatil et­mektedirler veya kısıtlamaktadırlar. Mesela, gazino, restoran, plaj ve otobüs seferleri gibi.

Selimpaşa’nın kır ile olan sıkı münasebeti ve çevrenin ihtiyaçlarını karşılamaya ça­lışması, diğer fonksiyonlarının da ge­lişmesine sebep olmuştur. Mesela, ilk, or­taokul, lise, kooperatif, sportif faaliyetleri destekleyen spor kulübünün bulunması gibi. Eğlence yerleri küçük olan bir yer için, diskotekleri, çay bahçeleri, yazlık sineması ve plajlarının bulunması, pek de az sa­yılmaz.

Selimpaşa’da bölgenin ihtiyaçlarını karşılayan, oto tamir atölyeleri, karasör atölyeleri, demir doğrama atölyeleri, marangozhaneler ve fabrikalar mevcut olup, böylece Se­limpaşa’da bir sanayiden bahsetmek ge­rekirse kır-şehir ilişkilerine dayanan bir sa­nayinin varolduğunu söylenebilir ve bu Se­Iimpaşa’nın büyük transit yolların üzerinde bulunması geniş inşaat faaliyetinin bu­lunması ile ilgilidir.

Selimpaşa’daki ticari faaliyetlere gelince: Buradaki kır-şehir ilişkilerini ortaya koyan ve onu tam anlamı ile “şehirsel bir pazar yerleşmesi” haline getiren haftada bir gün kurulan pazardır. Pazar günleri kasabanın ihtiyacı görüldüğü gibi çevreden de ge­linmektedir.

Genellikle sebze ve mey­velerini pazarda satan köylüler, kendi ih­tiyaçları olan malları almakta iseler de zamanla bu değişime uğramakta olup meyve ve sebzelerini dahi pazardan temin etmekte, kendileri yetiştirmemektedir. Ka­sabada perakende ticaret hakimdir.

Kasabada inşaat çok artmakta, içi apart­manlarla, çevresi sitelerle dolmaktadır. Bugün sahilde hiç yer kalmamıştır, bu ya­pılaşma böyle giderse zamanla denizi gör­mek bir hayal olacaktır.

EPİVATE-BiGADOS-SELİMPAŞA

(Grek Ansiklopedisi’nden)

Epivates Trakya’nın güzel bir kasabası olup gemiyle İstanbul’a 3 saat mesafededir. İdari açıdan Silivri kazasına, dini açıdan da Si­livri Metropolit hanesine bağlıdır. Bilindiği kadarıyla eski Yunanlı göçmenler veya ko­lonistler ilk defa burada bir yerleşim yeri kurmuşlardır. Buraya geldikleri zaman bu yer vatozlarla kaplıydı, bu sebeple yeni kur­dukları yerleşim yerine Epivates ismini ver­diler, bu da vatozların üstüne kurulmuş an­lamına geliyor. Bu yerleşim yerinin önemi, deniz ve karayoluyla Bizans’a bağlanmış ol­masıdır, bu önemli oluşun ispatı bir Bizans kulesinin burada inşa edilmiş olmasıdır.

Buranın sahibi, imparator Andronikos Pa­leologos’un generali Aleksios Apokaukos’tur. Epivates Kulesi kayalık bir yer üzerine inşa edilmişti ve sahilde bulunuyordu, kulenin bulunduğu yer 1884 yılına kadar meskundu, ancak bu kule harap ve tehlikeli olduğundan kulenin üst kısmından yarıya kadar yık­tırılmıştı, Avrupa savaşında ise Türk ordusu stratejik nedenle tamamen yıkmıştır. 1453 Şubat’ında, Karacabey kumandasında bir bir­lik tarafından Osmanlıların eline geçmiştir, burası Türklerin eline geçmiş olmasına rağ­men, buraya hiçbir zaman (mübadeleye kadar) Türkler iskân edilmemiştir, hatta yal­nız Türkler değil Türklerden başka ne Ermeni ve ne de Yahudiler buraya gelip yer­leşememiştir, bunun sebebi de Hıristiyanlar arasındaki bir inanca göre Azize Pa­raskeva’dır, çünkü bu azize kendi kilisesinin yanında başka dinden olanları istemiyordu, şeklindeki hurafedir.

Burada oturan Rumların okulları vardı, bu okul 1796’dan itibaren faaliyetteydi, bunu burada, bulunan arşivdeki Patrik Yerasima ve Patrik Gregoryus’un mektuplarından öğreniyoruz.

İstanbul’la ticari ilgi nedeniyle Epivati çok gelişmiş bir seviyeye sahipti, daha sonraları Arhigenya denilen bir kuruluş burada yer alır. Bu kuruluşun gayesi Epivates’e yararlı eserler, bilhassa okullar yapmaktı, bunlar, bu kuruluşu meydana getiren Dr. Sarandi Arhiyeni’nin büyük yardım ve gayretleriyle yapılmıştır. Burada Ardiyeni okullarından başka 1857’de Patrikhanenin himayesinde bir okul daha açılmıştır.

O yıllarda bu kuruluşlar ve binalar Epi­vates’in manevi hazineleriydi ve bütün zi­yaretçilerin hayranlığını uyandırıyordu, bunlar İstanbul-Edirne yolunun, büyük genel caddenin üzerinde bulunuyorlardı. (Bu binalardan bazılarının harabeleri hala bu cadde üzerinde bulunmaktadır.) 1878’deki (93 harbi) Osmanlı-Rus sa­vaşında, Rus orduları buradan geçmiş, or­dunun general ve yüksek rütbeli subayları, bu okulları ve kiliseleri ziyaret edip, ki­lisede dizleri üzerine çöküp öyle dua et­mişlerdir. Epivati’nin din adamları ve pa­pazlarından izin alarak bu kiliselerin birinde Rusça ayin yapmışlardır. 1912 Bal­kan savaşı yıllarında Bulgarlar da ziyaret edip buralara hayran kalmışlardır.

Epivates sakinleri çiftçilikle iştigal ederlerdi, bağcılıkla ve deniz nakliyeciliği ile balıkçılıkla da geçimini sürdüren pek çok kişi vardı. İstanbul ile Epivates arasında büyük bir ticari hareket vardı. Şarapçılık bu böl­gede çok ilerlemişti, beyaz şarabın dışında ayrıca, Fransa’daki şarap fabrikalarına beyaz şarap imali için buradan kaliteli üzüm ihraç edilirdi. Epivates sakinlerinin bir kısmı da İstanbul’da otururlardı, çünkü İstanbul’da iş güç sahibi idiler.

Buranın dört kilisesi vardı; Meryemana, Aya Doodorosla, Aya Yorgi ve Osiya Pa­raskeva isimlerini taşıyorlardı. Osiya Pa­raskeva kilisesi bu azizenin doğup bü­yüdüğü evin üzerinde kurulmuştu, ancak 1808’de meydana gelen bir yangında bütün kiliseler yanmış, yalnız Aya Yorgi ve Azize Paraskeva kiliseleri kurtulmuş, daha sonra bunların tekrar inşası için Mol­davya’dan bir yardım gelmiştir. Bu Osia (azize) Paraskeva’nın kilisesi küçük ol­duğundan dini ayinler için yeterli ol­madığından, yıktırılmış ve 1884’te çok daha büyük bir şekilde inşa edilmiştir. Bu inşaatta, İstanbul Taksim’deki Aya Triada kilisesi örnek olarak alınmıştır. Böylece bu kilise de Arhigenya’ya bağlı kuruluşların bi­nalarıyla birlikte şehri daha da gü­zelleştirmiştir.

1922’de (mübadelede olsa gerek) her şey ter­kedilmiş, buranın sakinleri büyük bir hü­zünle evlerinden ayrılmışlar, Osia Paraskeva kilisesinde toplanmışlar ve gözyaşları içinde son dualarını yaparak Azizenin ikonasını kucaklayıp öpmüşler, onun ilahilerini oku­yup ikonasını da başlarında taşıyarak sahile inmişler, çoluk çocuk ve bütün halk tek­nelere binerek mübadele için göçe baş­lamışlardır. Epivates halkının bir kısmı Se­lanik’e bazıları da Atina’ya yerleşmişler, bazıları da Bahçe Çiftlik denilen yere yeni Epivati ismi vererek oraya yerleşmişlerdir. Buraya yerleşen halk eski yurtlarındaki gibi çiftçilik, bağcılık ve balıkçılık mesleklerine devam etmişlerdir. Ancak bu ihtişamlı ki­liseler ve yerler bir rüya gibi sadece anı­larında kalmıştır.

Atina’daki Epivatesli kardeşler, her yıl azize Paraskeva’nın adına 14 Ekim’de bir ayin icra ederler, böylece Epivates ve Epi­vateslilerin koruyucu azizelerini bu yortu gününde anma fırsatını elde etmiş olurlar.

Dr. SARANDİ ARHİVENİ

Sarandi Arhiyeni 8 Şubat 1809 tarihinde Epivates’te (Epivates, Silivri’ye bağlı bugünkü adı Se­limpaşa olan kasabadır) doğdu. Baba adı Tranekos, anne adı Te­odosiya’dır. Her ikisi de Epi­vatos’ludur ve çok temiz ve çok dürüst bir hayata sahiptirler. Bunların iki çocuğu vardı; oğlu konumuz olan Sarandi Arhiyeni, kızları Ma­ravga idi. Sarandi’nin babası İstanbul’da yağ tüccarlığı yapıyor, ailesi ise Epivatos’ta kalıyordu. Baba genç yaşta öldüğünden ço­cuklar korumasız olarak annelerinin hi­mayesinde Epivatos’ta kaldılar.

Anne çok temiz ve çok tutumlu idi, oğ­lunun okuması için büyük bir özen ve gay­ret gösteriyordu, oğlu da annesinin bu gay­retlerini görerek kendisini yetiştirmek için büyük bir çaba gösteriyordu. Epivates’teki okulu 12 yaşında bitirdikten sonra, daha yüksek bir eğitim görmek için bir ticari gemi ile İstanbul’a geliyor. Orada, Cibali’de bir akraba ailenin yanına girerek hem oku­mak ve hem çalışmak için iş arıyor. Bir zaman sonra bu akrabalarının yardımıyla Fener’de oturan Prof. Logadis’in yanına gi­riyor, kendisine ailede bulunan gümüş şam­danlarla vesaireyi temizleme görevi ve­riliyor. Sarandı annesinin o tutumlu halinden çok etkilenmiş olacak ki, mum ya­narken damlayan mum parçalarını toplayıp yeniden mum yapıyor ve bu mum ışığında geceleri dersine çalışıyordu.

Bu durumu öğ­renen logads çok duygulanıp, bizzat ço­cukla daha çok ilgileniyor, çocuğu teşvik ediyor. Logadis bir gün küçük Sarandi’ye “Ey çocuk, sen bir gün bu milletin başına geçecek kabiliyettesin”, diyor. Daha sonra onu Kuruçeşmede’ki Patrikhaneye bağlı büyük Rum okuluna yerleştiriyor. Sarandi Hacı Kosta adında bir zenginin hi­mayesinde gece gündüz çalışarak eğitimine devam ediyor. Burayı bitirdikten sonra, Fi­libe’deki Rum okullarından birine hoca ola­rak tayin ediliyor, orda 4 yıl çalışıyor ve İstanbul’a dönüyor. Bu arada Edirne’de de bir müddet kalıyor. Edirne’deyken bir gece il­ginç bir rüya görüyor. Rüyasında keşiş kı­lığında biri görünerek, “Ben burada ya­tıyordum beni öldürüp bu otların arasına attılar”, diyerek bir yeri gösterip bu ci­nayetin aydınlatılmasını istiyor. Sabah olun­ca bir arkadaşı iki kişi ile beraber yanına geliyorlar, Sarandi geceki gördüğü bu rü­yayı bunlara anlatıyor ve bunun gerçek ol­duğunu öğreniyor, keşişin gösterdiği yerde kilise için iane toplayan bir keşişin orada öldürüldüğünü söylüyorlar.

Ertesi gün gece rüyasında bu keşişi yine gö­rüyor, keşiş kendisiyle ilgilendiği için te­şekkür edip, “Bundan sonra senin hayatın benim korumam altında, yalnız beni üçüncü defa görürsen bu hayatının sonu olacaktır”, dedi.

Bu rüya o kadar canlıydı ki, hayatında bu rüyayı unutamamış, zaman zaman tekrar ederdi. Daima büyük yardımlar ve iyi bir iş yaptığında ona teşekkür edenlere: “Ben ke­şişi bekliyorum, üçüncü defa gelecek, ben de öbür dünyaya gideceğim”, derdi.

Bir müddet sonra Edirne’den memleketine, Epi­vati’ye dönüyor, daha sonra İstanbul’a ge­liyor. Burada iş bulma bakımından büyük zorluklarla karşılaşıyor, ancak şanslı bir kişi olduğundan, o zaman Galatasaray Lisesi ku­ruluş safhasında olduğundan, Babıali buraya öğretmen yetiştirmek için üç genç arıyordu, Reşit Paşanın isteğiyle bu üç kişiden biri Sa­randi oldu.

Hemen Arhigenyis Sarandi Os­manlı imparatorluğunun bursu ile okumak ve yetişmek için Paris’e gönderiliyor, Os­manlı Büyük Elçisi Mustafa Reşit Paşa’nın hi­mayesinde eğitimine başlıyor. Çok akıllı ve çalışkan bir kişiliğe sahip olan Sarandis, Reşit Paşa’nın da takdirini kazanıyor. Aynı zaman çok nazik ve çok dürüst karakterli bir genç olan Sarandis, koruyucusunu hiçbir zaman mahcup etmedi.

Paris Büyük Elçisi olan Reşit Paşa’nın bir hastalığında anında bizzat ken­disi müdahale ederek ona karşı saygı ve sev­gisini ispat etme imkanına sahip oluyor. Paşa çok ağır hastalanıyor, bir kriz anında pro­fesörler hiçbir sorumluluk almak is­temiyorlar, zira hastalık çok ciddi idi, o zaman Arhiyeni gençliğinin verdiği cesaretle tedaviyi üsleniyor, profesörlere “Mademki siz korkuyorsunuz, bırakın ben tedavi ede­yim”, diyor ve başarıyla tedaviyi tamamlıyor. Bu hadiseden sonra Reşit Paşa’nın daha fazla itimat ve takdirini kazandı.

Paris’te 8 yıllık bir eğitimden sonra Fransız Üni­versitesinden mezun oldu. Mezuniyetten sonra, Reşit Paşa’nın yardımıyla İngiltere, Al­manya ve Avusturya hastanelerinde staja gitti. Bir müddet sonra Reşit Paşa İstanbul’a gelip Büyük Vezir oluyor, münasip bir günde Arhiyenis’i Abdülmecid’e göstererek: “Sul­tanım, işte size Avrupa’dan getirdiğim he­diye” diyor. Hemen Galatasaray tıbbiyesinde patoloji profesörü olarak görevlendiriliyor ve orada 30 yıl müddetle 4 yüksek madalya ile mükafatlandırılarak imparatorluk saray dok­torluğuyla da görevlendiriliyor. Sultan Ab­dülmecit çok başarılı çalışmalarını görerek kendisine altın üzengili bir at ile Galatasaray Okulu’nun avlusuna yakın bir yerde çok katlı bir bina veriyor. Sarandi bu binayı İstanbul’a gelen tıp ilim adamlarını misafir et­meye tahsis ediyor.

Çok yoğun bir çalışma içinde bu unvanlar Arhigeni’yi çok tanınmış bir kişi haline ge­tiriyor, aynı zamanda iyi karakteri ile de göze batıyor, kendisinde insan sevgisi her şeyden önce geliyor. İnsanlığa büyük yar­dımlarda bulunan bu zat bu arada çok da zengin olmuştur. İnsanlara ve bilhassa kendi memleketi olan Epivati’ye özel bir ih­timam göstermiştir Daha sonra bıraktığı ser­veti Rum çocuklarının eğitimine har­canmak üzere okullara vakfetmiştir. Sıra evlenmeye gelince İstanbul’un Fener sem­tinin iyi ailelerinden olan Eleni Fener ile ev­lenmiş ve bu evlilikten bir kız ile bir oğlu olmuştur.

Bu büyük yardımsever insan 1857’de memleketi olan Epivati’de Arhigenya okullar kompleksini kuruyor. Bu kompleks içinde Kız Okulu, Erkek Okulu, Ruhban Okulu, Ye­timhane ve Anaokulu ile bir de Saat Kulesi bulunuyordu. Burada fakirler, kızlar ve yetim çocuklar ücretsiz olarak eğitim görüyorlardı, yetimhanede ise 20 çocuk ye­tiştiriliyordu. Bu taş binalar onun bizzat ba­şında bulunduğu işçiler tarafından tamamlandılar, her gün inşaata gelir inşaatın gidişini takip eder, yüksek görevleri dışında bütün zamanını bu binaların ta­mamlanmasına harcardı, bu da onun fakir fukarayı ne kadar sevdiğini ve koruduğunu gösterir.

1860 yılında kız okulunun imtihan günü bizzat kendisi, o devirde İstanbul’da bu­lunan Kudüs Patriği ve resmi kişilerle be­raber imtihan için Epivatos’a gelirler. Ta­lebeler tek tip elbise giyip geçenekleri yerleri defne dalları ile süsleyerek, sahile dizilip mi­safirleri getiren gemiyi karşılıyorlar.

Sarandi Arhiyeni karşılama töreninde bir konuşma yaparak bugünün hayatında hiçbir zaman unutamayacağı bir anı olduğunu, hayatının en büyük gerçek hediyelerini bu ço­cuklardan aldığını söylüyor. O gün bu kız çocuklarının dua için kiliseye sıkça git­mediklerini, kilisenin uzakta oluşunun sebep olduğunu öğrenmesi, dinine çok bağlı bir kişi olduğundan, bu çocukların gidebilmesi için özel bir kilise yaptıracağım diyor.

Genç kızların dinlerine bağlı olarak yetişmelerini istiyor ve 1863 yılında bu Arhigenyi okul kompleksi içinde Bizans stilinde 40 Martirler Kilisesi’ni inşa ediyor. Bu kilise okulların arka avlusu içindeydi, kilisenin ikonastasis kısmı komple mermerdi. Kilisede çeşitli iko­nalardan başka, duvarlarda azizlerin ha­yatıyla ilgili muhtelif kompozisyonları gös­teren 4 büyük ikona da bulunuyordu. Mübadelede bu zengin görünümlü kilise terk edildi.

Bu kilisede kız talebeler ve hocalar dua ederdi, burayı yabancı ziyaretçiler de zi­yaret edip dua ederlerdi, 9 Mart yortu gün­lerinde de umuma açılırdı. Kilisenin ko­rosunu genel olarak kız talebeler oluştururdu, koronun sol tarafında kızlar, sağ tarafında ise erkek okulunun talebeleri ilahi okurlardı. Bu erkek okulunu da 1868’de Sa­randi’nin eşi Eleni inşa etmiştir. Elenya okul­ları iki binadan ibaretti, lise ve yemekhane, yatakhane kısımları vardı.

Bunlar Arhigenya okullarından bir kilometre kadar ileride, bu okulların batı kısmında, aynı cadde üzerinde bulunuyorlardı. Bu okulların etrafı bol ağaçlı çok geniş bahçeleri vardı ve mermer süs­lemelere sahiptiler. Bu okulların içinde yağlıboya ile yapılmış karı koca her ikisinin portreleri bulunuyordu. Okulda çocukların okuması için zengin bir kütüphane, fizik, kimya dersleri için alet dolapları ile bu ders­ler için çeşitli araç gerece sahiptiler. Onun baba evi de bu Arhigenya kuruluşları içinde sayılabilir. Arhigenya kuruluşları, yörenin hatta Trakya’nın kültür merkezi sayılabilecek seviyede bir kuruluştu, şöhrete sahipti ve hatta Anadolu’da bile biliniyordu. Buradan saçılan eğitim ışıkları Rum azınlığın ya­şadıkları merkezlere yayılıyordu.

1872’de anaokulları kurulmaya başladı, 1873’te de Arhigenya okul kompleksine bir anaokulu ilave edildi. Bu geniş ve büyük bir okul olup, bu okulu kurması için Ar­higeni’nin bizzat Atina’da eğittiği bir kişiyi görevlendirdi. Bu büyük yardımsever insan yardımlarını tamamlıyor ve sonunda doğup büyüdüğü Epivatos’a hediye olarak bir suni liman inşaatına girişiyor ve bu limanı ger­çekleştiriyor, ancak büyük bir şanssızlık olarak tam liman tamamlanırken hayata veda ediyor.

Ölümü keşişi yine rüyasında gördükten kısa bir müddet sonra ger­çekleşiyor. Bir yaz günü idi, saraya ait çok kürekli bir sandalla sahilde geziye çıkmıştı, yanında zamanın önemli şahsiyetleri vardı, bu ara uykusu geliyor ve uykuya dalıyor, bu kısa uyku anında rüyasında keşişi üçüncü defa görerek korkulu bir şekilde uyanıyor, o zaman yanındakilere keşişi üçüncü defa gördüğünü onun için öleceğini söylüyor. Bu hadiseden üç ay sonra okulları görmeye Epivates’e geldiğinde ölümcül bir hastalığa yakalanıyor, tekrar İstanbul’a dönüyor ve 10 Eylül 1873’te 64 yaşındayken İstanbul’da vefat ediyor.

Cenazesi vasiyeti üzerine Epivates’e getirilip, 40 Martirler Ki­lisesi’nde lüzumlu defin ayini yapıldıktan sonra Kız Okulu’nun karşısındaki küçük bir mezarlığa defnediliyor. Yalnız Epivates değil civar köy ve kasabalardan gelen çok kalabalık halk büyük bir üzüntü ve göz­yaşları içinde büyük yardımseverin ha­yattan ayrılmasını üzüntü ile takip edi­yorlardı. Arhiyeni’nin vefatı memleketi için hem maddi ve hem manevi bakımdan büyük bir kayıptı. Ancak bu büyük insanlar, davranışlarıyla başkalarına örnek ol­duklarından öldükten sonra da insanlığa yardımları devam eder.

Arhiyeni Grekçe ve Fransızca bazı tıp ki­tapları yayınlamış, 1848’de 145 sayfalık bir hijyen kitabı, Grekçe patoloji kitabı ya­yınlamıştır. 9 Mart 40 Martinler gününde yöre sakinleri onun anısına bir mevlit okunmasını gelenek haline getirmişlerdi ve bu gelenek mübadeleye kadar devam et­mişti, mübadeleden sonra burada Rum kal­madığından bu geleneği devam ettirecek kimseler de yoktu. Bıraktığı servet kendi is­teği doğrultusunda değerlendirilip eğitim için harcanmıştır; ilk bakışta servetinin büyük bir kısmını Arhigenya okullarına, sonra eşi Eleni ve oğlu Maditas’ta (Eceabat) oturan Fodyos Arhigenya’ya bırakıyor. Oğlu Fodyos da doktordu.

Eşi Eleni 25 Ekim 1891’de İstanbul’da vefat ediyor ve hemen Epivatos’a getirilip ko­casının mezarının yanına defnediliyor. Ma­alesef kötü bir yönetim sonucu, üç yıl sonra Eleni Lisesi kapatılıyor. Böylece Epivates’e bir hüzün daha ekleniyor, daha sonra diğer okullar da tek tek kapanıyor. Eleni’nin mezarı üzerindeki bir kitabede bu durum ifade edi­liyor: “Ne kadar büyük bir felaket, Epivates çok üzgün, sevdiği bir yardımcı, bir dostunu kaybetti, gökyüzünde bu sönmeyen yıldız söndü, gerçek bir hazineden daha mahrum kaldık.” Bu hususta bir de şiir var, bu şiiri derslerde talebeler manzume gibi okurlardı.

Bu şahısların ölümlerinden sonra, bu ku­ruluşun yönetimi Parikhane tarafından 4 ki­şilik bir mütevelli heyetine veriliyor, Ar­hiyeni’nin vasiyetinde bu kuruluşun, bıraktığı servetle devamlı yaşatılması isteği bulunuyordu. Burası daha sonra mü­badelede Rumlar tarafından terk edilince, sahipsiz kaldığından bu eğitim komp­leksinin yaşamı sona eriyor. Ancak Ar­hiyeni’nin servetinin bir kısmı Yu­nanistan’daki bir bankada bulunuyordu, bu servet Yunanistan’dan okumak için Epi­vati’ye gelen talebeler için ayrılmıştı, mü­badeleye rağmen vakıf bu serveti de­ğerlendiriyor, banka hesabı kalıyordu. Patrikhane daima yıllık 33.000 altın liralık bu serveti okuyan ve evlilik için hazırlanan genç kızlara belirli bir müddet için tahsis ediyordu.

Bu dönemden sonra Epivates’li genç kızlar ve Arhigenya kuruluşları tarihe karıştı. Orada yaşayan herkesin bu büyük heyecanı yaşamaması mümkün değil ve ne­siller boyunca oradaki büyük eğitim ha­reketini başlatan ve devam ettiren, dine, ilme bağlı büyük yardımsever insana karşı sevgi hiçbir zaman sönmemiştir.

Anneler çocuklarımıza bu büyük insandan bah­setmeyi hiçbir zaman ihmal etmeyin, bu şahsın yaptığı büyük yardımları çocuklarımıza hiçbir zaman unutturmayın.

İlyaoğlu sülalesinden Zoi Sakiduk.

Not: Bu Zoi isimli kadın yazar muhtemelen bu okullarda okumuştur, makaleyi 1939’da yaz­mıştır.

* Selimpaşa’daki Kırk Martinler Kilisesi’ni Dr. Sa­randi Arhiyeni kız öğrencilerin ibadet etmeleri için özel olarak yaptırdı. (Hıristiyanlıkta dini uğruna beden ve ruhça büyük acılar çekip şehit olanlara “martin” denir.) 1956’da yıkıldı.