Selimpaşa, Silivri’nin güneydoğusunda, Silivri’ye 12 km. mesafede, 2023 nüfus sayımına göre toplam 23.963 nüfusa sahip 80 rakımlı, 19285 dönüm arazisi olan, E-5 karayolu üzerinde ve Marmara denizi kıyısında bulunan bir mahalledir.
Mahalle turizme açık olup halkın geçim kaynağı çiftçilik, balıkçılık, nakliyecilik ve esnaflıktır. Tarımda bamya, kavun ve soğan ziraatı önde gelir.
Mahallenin yerli halkı yok denecek kadar azdır, kendilerini yerli sayanlar 93 harbi muhacirleridir. (93 harbi, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbine verilen addır) mahallenin bugünkü halkı çoğunlukla Batı Trakya’dan Selanik, Drama, Langaza’dan mübadil olarak (Mübadele: Değişim, devletlerin bir kısmı halkı karşılıklı olarak değiştirmelerine denir. Lozan’da Türklerle Yunanlılar arasında, Türk ve Rum ahalinin değiştirilmesine dair bir sözleşme ve protokol 24 Temmuz 1924’te imzalanmıştı, Ankara anlaşması ile bunun uygulanmasına geçilmiş, Türkiye’deki Rumların bir kısmı Yunanistan’a Yunanistan’daki Türklerin bir kısmı da Türkiye’ye göç ettirilmiştir)
Mahallenin ismi, Bizanslılar zamanında EPİVATOS (Epivati) idi, bazen Pilvati Uğrak yeri ismine de rastlanılmaktadır, daha sonraları Osmanlılar zamanında ise BiCADOS ismiyle anılmış, Cumhuriyet devrinde de SELİMPAŞA adını almıştır.
Mahalleye adını veren Selim Paşa, Benderli Mehmet Selim Sırrı Paşa, 1773 yılında Bender’de doğmuş, Kapıcıbaşı Hotin’li Mustafa ağanın oğluydu. Kendisi kapıcıbaşılık, bostancıbaşılık gibi çeşitli görevlerde bulundu. 1819’da vezirlik rütbesiyle Silistre Beylerbeyliğine atandı. Eylül 1824’te Mehmet Said Galip Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirildi. Önemli bazı devlet görevlilerine yeniçeri ortalarından muallem (eğitim eri) yazılması ve bunların batı yöntemleriyle eğitilip eşkinci (sefere katılan yeniçeri) yetiştirilmesini benimsetti. Ama yeniçeriler bu uygulamaya karşı çıkarak ayaklandılar. (14 Haziran 1826) Mehmet Selim Sırrı Paşa ayaklanan askerleri sert biçimde bastırdı.18 Haziran 1826’da bir fermanla Yeniçeri ocağı kaldırılarak, yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin kurulacağı duyuruldu. Mehmet Selim Sırrı Paşa, bu yeni orduyu örgütleme çalışmalarını başlattıysa da 1828-29 Osmanlı-Rus savaşında başarısızlığa uğraması ve Vama’nın Ruslar’ın eline geçmesi üzerine görevinden alınarak (Ekim 1828), önce Gelibolu’ya ardından da Sofya’ya sürüldü. 1830’da bağışlanarak Halep Beylerbeyliğine atandı. Ertesi yıl Şam Beylerbeyliğine getirildi ve bu görevi sırasında, Aralık 1831 tarihinde eşkıya tarafından şehit edildi. II. Mahmud’un sadrazamı olan Mehmet Selim Sırrı Paşa, Vakayi Hayriyelde büyük rol almıştır.
Mehmed Selim Sırrı Paşa Silistre vadiliğinden İstanbul’a dönerken Bigados’a uğrayıp orada mola vermiş ve dinlenmiş, o yıllarda burası temiz hanların bulunduğu bir uğrak yeriymiş. Selim Paşa, Bigados’ta kaldığı müddet içinde Rumların telaş içinde bazı hazırlıklarını görerek ilgilenmiş ve bir askeri okul açma hazırlıkları içinde olduklarını öğrenerek İstanbul’a geldiğinde durumu Padişaha arz etmiş. Bunun üzerine Padişahın iradesi ile Rumların bu teşebbüsüne mâni olunmuş. Selim Paşa sadrazam olduğu sırada bu köyle devamlı ilgilenmiş, bu köye bir de çeşme yaptırmayı planlamış fakat çeşme sadrazamlıktan ayrıldıktan sonra bitirilebilmiş. 1828 senesinde yaptırılan bu çeşmenin kitabesinde:
Semiyyi Fahritllem sadı vdla kadri salnk kim Bigadosta dlicdh icra etti bu ma’ı
Duayı hayrı ebndyı sebili etmeğe ihraz Yuvalkı maksudu dilhdh icra etti bu ma’ı
Teraveş eyledi tarihi dilcu kilki (Esad) dan Selim Paşa livechullah icra etti bu ma’ı
(Ebcet hesabıyla tarih hicri 1244)
Bu kitabenin konuştuğumuz dile çevrilmiş şekli:
Fahrialemin adaşı eski sadrazam, o medldi yüce zat Bigados’ta bu suyu akıttı. Yoldan geçenlerin hayır dualarını almak için dilediği şekilde maksada uygun olarak bu suyu akıttı. Esad’ın kaleminden bu gönül alan tarih sızdı. Selim Paşa Allah rızası için bu suyu akıttı (Miladi 1828)
Çeşme üzerindeki kitabede Mehmet veya Muhammed geçmemekte ise de Peygamberimizin adaşı tabiri, isminin Mehmet Selim olduğunu anlatmaktadır, esas ismi ise yukarıda bahsettiğimiz gibi Muhammed Selim Sırrı’dır. Anlaşılacağı üzere kitabedeki Esad ismi de kitabeyi yazan kişinin adıdır.
Bu çeşme halen İKİZLİ ÇEŞME olarak anılmakta olup, büyük havuzun yanındaki çınar ağacının altında bulunmakta ve bugün (1994 yılında olduğumuza göre) 166 yaşındadır.
Selimpaşa mahallesi çok eski yıllarda bir okumuşlar şehriydi; ikizli Çeşme dediğimiz Selimpaşa’nın yaptırdığı çeşmenin doğusundaki büyük bina, onun arkasındaki dört duvarı kalmış olan bina, merhum Zeynel Granit’e ait belediye binasının batısındaki kule diye isimlendirilen viran bina artığı ile bugün ilkokul olarak kullanılan taş binaların hepsi birer okul olup Dr. Sarandi Arhiyeni isimli zat tarafından yaptırılmıştır.
Bu okullar lise ayarında olup genel kültür ve mesleki bilgiler okutulurdu. Bu lise ayarındaki okullardan biri erkekler diğeri de kızlar okulu idi.
Kızlar okulunda rahibe, öğretmen ve hemşire, erkekler okulunda ise din adamı, öğretmen ve sağlık memuru yetiştirilirdi. Burada sağlık memuru da yetiştiği için erkek okuluna Medicine Pour La Turqie, (Türkler için tıbbiye) denildiği rivayet edilir. Diğer okullar; bugünkü pazar yeri yakınında bulunan merhum Zeynel Granit’e ait kule denilen bir kısmı, küçük bir parçası kalan bina Yetim okulu idi. Burada yetim ve kimsesizler okurlar, yatılı olduğu için aynı binada yatarlardı. Bu yetim okuluna çok yakın bir yerde Anaokulu da bulunuyordu, bugün bu binadan hiçbir iz kalmamıştır.
Yakın zamana kadar, Rumların sahile yakın bir yerde büyük ve kıymetli bir kiliseleri vardı, yıkılmış dört duvarından başka bir şeyi kalmamıştı, belediye tarafından yıktırıldı, kiliseyi yıktıran yetkilinin de Eski Eserleri Koruma Kurumu ile başı epeyce derde girdi. Selimpaşa Çeşmesi’nin yanındaki eski okul binalarının kuzeyinde, eski Londra asfaltı yanında güzel ve halen bozulmamış Dr. Arhiyeni’nin yaptırdığı Kırk Martirler isimli kilise de 1955 yılında köy muhtarlığınca yıktırılmış, bu güzel eser ortadan kaldırılmıştı. Selimpaşa’daki üçüncü kilise bugün terkedilmiş olan eski cami idi. Köy kooperatifi tarafından depo olarak kullanılmaktadır. Dördüncü kilise Azize Pareskeva kilisesi idi; çok seneler önce ortadan kalkmış bugün yeri bile belli değil.
İkizli çeşme’nin yanındaki ve yol üzerinde bulunan büyük eski okul binası, ikinci Dünya Savaşında bir süvari birliğinin kışlası olarak kullanıldı. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar bütün Balkanları işgal etmiş, Trakya hududumuza kadar dayanmışlardı, o zaman vatanı korumak için bütün Trakya’ya asker yığmıştık, bu arada SeIimpaşa’da da bir süvari birliği bulunuyordu. Bugün bu eski okula, süvari birliğine kışla vazifesi gördüğü için, hala kışla denilmektedir. Bu binanın kuzeyindeki 1955 yılında yıktırılan kiliseye de Kule Kilise deniliyordu. Esasen Bizanslılar zamanında Selimpaşa’da bir kule bulunuyordu ve buna Epivates kulesi denilirdi ve bölgenin korunması için yaptırılmıştı, bu sebeple olsa gerek Selimpaşa’daki birkaç büyük bina harabesine hala Kule denilmektedir. (Zeynel Granit’e ait yetim okulunun bina harabesine Kule denildiği gibi)
Bizanslılar zamanında Selimpaşa’nın etrafı bir surla çevrili idi. Kasaba sonradan azize olarak kabul edilen bir kadına aitti. Zamanla Silivri’deki kiliseyi yaptıran Aleksios Apokaukos’un mülkiyetine geçti. SeIimpaşa’nın ilk sahibi olan kadının adı, Azize Paraskeva’dır. Bu azizenin kutsal emanetleri (kemikleri) o zamanlar Selimpaşa’daki bir kilisede korunuyordu.
Azize Paraskeva, Hıristiyan Ortadoks Azizleri tarihinden öğrendiğimize göre, daha sonraları Bizans imparatoru Andronikos’un generali Büyük Apokaukos’un mülkiyetine geçen Epivati adında bir köyün sahibesi idi. Sultan IV. Murat zamanında Boğdan Beyi Vasil, İstanbul’daki Patrikhane’den, burası için birçok hizmette bulunduğu düşüncesiyle, bu Azizenin kutsal emanetlerini getirme izni aldı. Zira Vasil kendi gelirinin 260 keseden fazlasını bu kiliseye harcamıştır, böylece patrik de Azize Paraskeva’nın kutsal emanetlerinin nakline rıza göstermekle kilisenin Türklere ve Hıristiyanlar’a olan borçlarını böylelikle ödemiş oluyordu. Türklerce bir cenazenin üç milden fazla bir yere naklinin yasak olması sebebiyle bu nakil iznini almak ve Boğdan’a kadar cenazeye Kapıcı başının eşlik etmesi için Osmanlı Sarayına 300 keseden fazla para verilmiştir.
Bu kutsal emanetlerin taşınmasına ilişkin öykü, Azize Paraskeva’nın kemiklerinin getirilip saklandığı kilisenin (ki bu kilise Boğdan = Buğdan = Moldavya’da Trey Yerarhi Manastırıdır) güney duvarında tasvir edilmektedir. Bunlardan başka tüm maiyetiyle birlikte Kapıcı başının, kutsal emanetlerin bulunduğu sandukanın önünde nasıl alay halinde yürüdüklerini göstermektedir.
Türkler Selimpaşa’yı ilk defa Orhan Gazi’nin oğlu Murat Bey vasıtasıyla ele geçirmişlerdi. Orhan Gazi 1359 tarihinde oğlu Süleyman Bey’i, bir yıl sonra da 1360’ta ikinci oğlu Murat Bey’i Rumeli’ye gönderdi. İki kardeş ordularını birleştirerek ortak düşmana karşı birlikte savaştılar. Sonuçta Süleyman Bey, Malkara ve İpsala’yı, Murat Bey ise İstanbul’a on saat mesafede bulunan Epivatos kalesini ele geçirdiler.
Osmanlıların daha sonraki yıllarda İstanbul’un fethine kadar Selimpaşa ile pek ilgilenmediklerini görüyoruz. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un işgalinden önce Trakya’daki Marmara ve Karadeniz kıyıları da dahil düşmandan temizlenmesi için Dayı Karaca Bey kumandasında 10.000 süvariden oluşan bir kuvveti Edirne’den yola çıkardı. Bu birlik Misivri (Mesembria), Vize (Bizon), Midye (Anchelion), Burgaz, Bigados ve Yeşilköy’ü (Ayastefanos) zaptederek İstanbul önlerine geldi.
Selimpaşa’nın kuruluşu çok eski devirlere kadar gider. Bu hususta D. Kantemir şu bilgiyi vermektedir: “Burası İstanbul’dan 12 saat mesafede olup, Bizans imparatoru Yoannes Kantakuzinos’un amansız düşmanı olan Büyük Kumandan Apokokus’un karargahının bulunduğu Epivates olup, Gregoras’ın ifadesine göre burada imparator Yoannes’in görkemli sarayları bulunmakta idi ve bugün de bu sarayların yıkıntılarına rastlanmaktadır. (1700.lü yıllardaki durum) Bu harabeler arasında ben bir taş yığını altında, bir buçuk kadem (ayak) uzunluğunda bir somaki mermer parçasına rastladım. Bunun üzerinde dört at tarafından çekilen bir araba içinde bir kadın resmi oyulmuştu, başında defne dalından bir taç bulunmakta ve dağılan saçları rüzgârın etkisiyle dalgalanmaktaydı. Kadının sağ elinde bir hurma dalı, sol eliyle de atların dizginlerini tutmaktaydı ve taş şu yazıyı taşımaktaydı: “Dus afieroutai xd”. Zaman aşımı yahut yıkıntıların ağırlığı sebebiyle isim silinmişti, burnu ve sağ kulağı da kırılmıştı, geri kalan tarafı tam ve sağlamdı.
Milattan önce 520 yılına denk düşen 64. olimpiyatın yapıldığı yıla ait oluşu bu taşın ne kadar eski olduğunu göstermektedir. (Bu taş ya 64. olimpiyatın yapıldığı yılda veya daha sonraki yılların birinde başka bir yerden buraya getirilmiş olabilir) Bu taşı ben, düşünülemeyecek kadar güzel bir yer olan Boğaziçi kıyılarında, İstanbul’un kenar mahalleleri sayılan buradaki sarayımda, az bulunur bir anıt olarak korudum. Fakat ben İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, burada toplamış olduğum tüm kıymetli eşyalarla birlikte sarayım, Sultan Ahmet’in kız kardeşinin eline geçmiş olduğunu öğrendim”.
Yukarıda sözü edilen görkemli sarayların, sağlık ocağı, Belediye binası ve öğretmen lojmanlarının olduğu yerde bulundukları tahmin ediliyor. Burada çok eskiden köyün sahibi Azize Paraskeva’ya ait bir kule bulunuyordu. Osmanlıların Selimpaşa’yı aldıkları zamanda köyün etrafında sağlam yapılı bir sur bulunuyordu, bugün bu surun izine bile rastlanılmamaktadır.
Selimpaşa’nın tarih öncesine dayanan bir yerleşim merkezi olduğunu kanıtlayan bir höyüğü vardır. Bu höyük Selimpaşa’nın takriben 2-2.5 km. batısında bulunan bir sırtın, küçük körfezinin kıyısındadır. (Sporkentle SeIimpaşa arasında) Eski İstanbul Edirne karayolu bu yamacın hemen kuzey yanından, E-5 karayolu da 300 m ilerisinden geçer. 1964’te D.H. French tarafından yapılan yüzey araştırmasında, tepede tarih öncesi klasik ve Bizans çanak çömleği bulundu. Tarih öncesi çanak çömlekleri TruvaI, güneydoğu Bulgaristan, Bursa bölgesi ve Kınalı tarih öncesi çanak çömlekleriyle benzerlikler gösterir.
Türkiye’de genel olarak köylerden şehirlere göç, son yıllarda çok artmakla beraber, bunun aksine Selimpaşa’da ise her sene biraz daha artmaktadır. Kasabanın nüfusu 1970 yılında 2243, 1975 yılında 1600 iken, 1985 yılında 4651, son 1990 nüfus sayımında ise 8534’e çıkmıştır.
Bu nüfus artışında yazlıkçıların büyük rolü olmuştur. Kasabanın gelişmesinin bir sebebi de Belediyenin, Sağlık Ocağı, PTT, Kalkınma kooperatifi, fabrika, otel, lokanta ve gazinoların bulunması, bu tesisler bir yer için aşırı olmayan ihtiyaca kâfi gelmektedir. Ayrıca kasabada turizm hareketlerinin artması da bu işte rol oynamakta olup, kasaba yavaş yavaş şehirleşmeye gitmektedir.
Eskiden çiftçi, balıkçı ve şarapçı olan bu yer bugün tamamen yön değiştirmiştir. Çiftçilik nispeten azalmış yerini kavunculuk, bamyacılık ve soğancılık almıştır. Her sene topatan kavunu için kasabada festival yapılmaktadır. Esasen halkın çoğu elindeki araziyi yazlıkçılara sattığı için köyde ekilecek pek bir arazi de kalmamıştır, sahil villa, yazlık ev ve sitelerle tamamen kapatılmıştır. Balıkçılık ise, tiriller Marmara denizini berbat edip balıkların yuvalarını bozduğu için yok denecek kadar azalmıştır, bu işle uğraşan birkaç kişiden başka kimse kalmamıştır, bunlar da çok zaman başka yerlerde avlanmaktadırlar, balıkçılık baba sanatı olduğu için bu işi bırakamamaktadırlar. Şarapçılık ise; mübadeleden önce her tarafı bağ olan kasaba, zamanla bakımı emek istediği için, bağlar kesilip tarla yapılmış, bu sebeple köyde şarapçılık ölmüştür. Şimdi kasaba halkı üzümü sadece pazarlarda görmektedir. Şimdi, çiftçilik, balıkçılık ve şarapçılık yerini yavaş yavaş plajcılık, gazinoculuk ve meyhaneciliğe bırakmaktadır.
Kasabanın yeni bir geçim kaynağı da nakliyeciliktir: Turistik tesis veya yazlık ev ve site yapanlara ellerindeki arazi ve tarlalarını iyi fiyatla satan kasabalıların çoğu bu parayla kamyon satın alıp nakliyeciliğe başlamışlardır.
Kasabanın içme su şebekesi, muntazam bir kanalizasyon şebekesi, elektriği, asfalt yolları ve PTT binası, 1990 yılında açılan bir lisesi ile içinde doktoru, hemşiresi ve ebesi bulunan bir de sağlık ocağı vardır. Sağlık ocağının arsasını merhum Zeynel Bey (Granit), Ana-Çocuk Sağlığı İstanbul Merkezi Baştabipliğine bu arada bir Ana-Çocuk Sağlığı Dispanseri yaptırılması için hibe etti. Pfizer ilaç Fabrikası’ndan bu iş için bir miktar para yardımı alan Dr. Burhan Öncel’in (merhum) inkâr edilmez üstün gayret ve çabası ile arkadaşları ve yardımcıları Dr. Danış Tanyeli ve Dr. Cemal Kozanoğlu ile Selimpaşa ve civar köylerden para yardımı toplayarak 1963-64 yılında Ana-Çocuk Sağlığı Dispanseri olarak yaptırıldı. Bu bina, 1978 yılında Silivri-Çatalca’da sosyalleştirme başlayınca Sağlık evi olarak, daha sonra da Sağlık Ocağı olarak kullanılmaya başlandı.
Selimpaşa, İstanbul-Avrupa yolu üzerinde olduğu için (E-5 karayolundan önce yapılan ve kasabanın içinden geçen eski yola Londra Asfaltı denilirdi, ondan çok daha önceleri yine Selimpaşa’nın içinden geçen yola da İstanbul-Edirne yolu denilirdi, Bizanslılar zamanında da sahilden geçen bir yolun bulunduğu bilinmektedir) çok eskiden beri kervan ve yolcuların uğrak yeri idi, o vakitler burada mamur ve bakımlı hanlar bulunuyordu ve yolcular bu hanlarda konaklıyorlardı.
İşte bu yolculardan biri de Divan Edebiyatımızın meşhur şairlerinden Keçecizade izzet Molla Keşan’a sürgün giderken Selimpaşa’da konaklamış, sene 1823 (Bu sürgünün hikayesini Mihneti Keşan adıyla yazdığı kitapta İstanbul’dan itibaren geçtikleri konakları teker teker anlatıyor, Selimpaşa’dan hoşlanıyor, Silivri’yi pek sevmiyor, Silivri ile Selimpaşa’dan şu şekilde bahsediyor: “Yeni evin baş köşesine kilim serip o gece Bigados’ta kaldık, orada özgürlük belirdi, Keçecizadelik ortaya çıktı. Köy küçük ama havası güzel, o güzel han da gönül açıcı bir yerde. Bosnalı soylu bir kişi, bir Bey de o gece orada konuktu. Süleyman Paşa, yeri cennet olsun o söz ustası babasıymış. Zamanın büyüklerinin buyruğu ile Padişahın kapısına gitmekte imiş, gelip benimle söyleşti, İstanbul’u sordu, benden yol yordam öğrenmek istedi, ben “yol yordam bilsem bu hanlar bana mekân olmaz”, dedim. Selimpaşa’dan hareket ettikten sonra ancak iki saat geçmişti ki sol yanımızda Silivri göründü. Silivri deyince sivri bir yer sanma, anlatılmaya değer bir iz yok. Aslı nedendir bilinmez, sevilmez bir yer. Orada bir kahve içip yola koyulduk”.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u almak için planlar yapıyor, bahaneler arıyordu; tam bu sırada Fatih’in eline iyi bir bahane geçti, işte fethin zahiri sebeplerinden biri de SeIimpaşa’da çobanların kavgalarıdır: Bu olay değişik tarihlere göre şu şekilde olmuştur:
İimparator Konstantin, Fatih Sultan Mehmet’in yaptırmakta olduğu Rumelihisarı’nın inşaatına mâni olamayınca, karşı tarafın gözüne girebilmek için işçilere erzak, padişaha da her gün en seçilmiş yiyecek ve içecekleri gönderecek kadar küçülmüştü. İmparator bir de Fatih’ten ordu hayvanları ile inşaat malzemesi taşıyan hayvanların Bizans tarafına girip ekili tarlalara zarar vermemeleri için bunlara mâni olacak asker istiyordu. Fatih bu ricayı kabul etmedi, bilakis hayvanların yiyecek buldukları yerde otlamaları, eğer Bizanslılar mâni olmak isterlerse silahla karşılık vermelerini emretmişti.
Tursun Bey Tarihi Ebulfetih’te: “Cünhisar (Rumeli hisarı) tamam oldu. Padişah Edirne’ye göç buyurdu. Göç sırasında kapu halkından birkaç yiğit göç yolunda Bizans çobanlarından koyun istemişler, arada kasap savaşı vaki oluyor. (Olay Bigados’ta meydana geliyor) İstanbul halkı Sultanın askerlerinin göçünün seyrine çıkmış, bazı sarhoş kafirler araya girip iki taraftan kılıçlar çekilmiş, davarlar ölmüş. Bu hadise üzerine gubar cengi ehli kaf’a izharıa davet zannedip, biteamül bağilik çanlarını çaldırıp kapılar yaptırıp baği oldular.” (Konuşulan Türkçe’deki karşılığı: kavganın tozu sinirli ve etrafı düşünmeyen kişilerce düşmanlık gösterisi zannedilip başkaldırarak isyanlarını ilan ettiler.)
Aşıkpaşazade, Tevarihi Ali Osman’da: “Sultan, Akçaylı oğlu Mehmet Bey’i gönderdi “Tiz var İstanbul kapısını yaptır”, dedi. Mehmet bey geldi, şehir kapısında adam kavradı. Köyleri, davarını sürdü. Bizanslılar kendilerini kurtarabilmek için Halil Paşa’ya müracaata karar verdiler ve rüşvet olarak da balıkların içine altın doldurarak gönderdiler. Damat isfendiyar zade Kasım Bey’in hayvanları Epivate Kulesi (Bigados=Selimpaşa) civarında tarlada otlarken, tarla sahibinin müdahalesi üzerine çıkan çatışmada iki taraftan birçok kişi öldü veya yaralandı. (Haziran 1452) Bu olayı haber alan Fatih, Kethüda Bey’e yanına kâfi derecede asker alarak bu köylüleri cezalandırmasını emretti. 40 köylü öldürüldü”.
Fethi Kostantiniye ve Tarihi Ayasofya isimli eserde, Osmanlıların makulat müdürü Akçaylı Mehmet Bey, Bizans çobanlarından hayvan satın almak istediği ve onların vermemesi nedeniyle de aralarındaki münakaşa bir çarpışmaya dönüştüğü, hadisenin Kanlı Kavak denilen mevkide geçtiğinden bahsedilmektedir. (Burası Araptepe yakınlarında bulunan bir yer olup çarpışmadan sonra halkı olduğu gibi buradan çıkarılıp, o zamanlar orada sadece bir manastır bulunan Ortaköy’e sürülmüş ve o tarihten sonra burası Sürgün ismini almış, cumhuriyet döneminde de Ortaköy ismini almıştır. İşte Selimpaşa’da meydana gelen bu çarpışma Fatih’in Bizans’a harp ilanının zahiri sebebi oldu, Fatih harp ilanı için bahane arıyordu, bu bahane de böylece ortaya çıkmış oldu. Bizans imparatoru bu çarpışmalar haberi üzerine muharebenin kaçınılmaz olduğuna hükmederek, İstanbul sur kapılarının ördürülmesini emretti, İstanbul’da bulunan Türkler tevkif edildi, fakat üç gün sonra bunlar serbest bırakıldı. Ducas’a göre imparator Fatih’e sefir gönderdi, kendisine “Mademki ne aramızdaki barış aktinin kutsiyetini ve ne de size olan hürmetim sizi harp arzularından vazgeçiremiyor, bütün ümitlerim cenabı haktadır. Eğer Allah bu şehrin verilmesini emrediyorsa buna kimse mâni olamaz. Eğer o, size sulh his ve arzularını ilham ederse, bunu bütün kalbimle kabul edeceğim. Bana gelince şehrin bütün kapılarını kapalı bulunduracağım ve oradaki ahaliyi bütün kuvvetimle müdafaa edeceğim”, mesajını iletti.
Tursun Bey tarihine göre buna Fatih’in cevabı: “imparator biteamül nakzı ahdedip dostluk cülabını sui tedabir ile mukadder ve müntan etti. Özrü makbul olmaz, münbaat yağiliktir ya kaleyi verirsin ya da başın kaydın görürsün.” Bu cevabın konuşulan Türkçe’deki karşılığı: ‘imparator etraflıca düşünmeden, dostluk gülsuyunu fena tedbirler çamuru ile buladı ve fena kokuttu, özrü kabul edilmez, bundan sonrası başkaldırmadır. Ya İstanbul’u ya da başını verirsin’. Fatih, Bizans imparatorunun mesajını olduğu gibi kabul etti. Böylece Bizans imparatorluğu ile harp halinde olduğu kesinleşti.
Selimpaşa’nın, nüfusunun az olmasına rağmen yavaş yavaş şehirleşmeye gittiği gözlenmektedir. Selimpaşa, fonksiyonların çeşitliliği ve fonksiyon alanlarının dağılışı bakımından şehirsel bir yerleşme görünümündedir. Selimpaşa az nüfusuna rağmen bugün için Anadolu’daki herhangi daha büyük bir kasaba ile kıyaslanacak olursa, daha çok gelişmiş ve hatta şehirsel birtakım fonksiyonlara sahip olduğunu görebiliriz. SeIimpaşa’daki söz konusu gelişmede birçok faktörlerin bir arada rol oynadığı görülür, bir yandan sahilde ve E-5 ve TEM devlet karayolu üzerinde yer alması, diğer yandan İstanbul gibi büyük bir şehrin kasabası olması ve İstanbul’a 55 km. mesafede bulunması kasabaya özel bir durum sağlamıştır, nitekim İstanbul’un süratle artan nüfusu, bilhassa yaz aylarında ve hafta sonlarında, gürültülü şehir hayatından uzak, sahilde dinlenecek ve denize girilecek yakın yerler bulmakta güçlük çekmektedir, böylece nüfus, gün geçtikçe bu ihtiyacı karşılamak için İstanbul dışına ve uzaklara taşmaktadır.
İşte Selimpaşa’nın bir yandan deniz kenarında yer alması, diğer yandan Avrupa yakasında ve E-5, TEM karayolu üzerinde bulunması, yani, iyi ulaşım şartının bulunması (gerçi bugün deniz yolundan yararlanılmamakta ise de ileride bundan çok yararlanılacağı meydandadır) İstanbul nüfusunun bu ihtiyacına cevap vermesine neden olmuştur. Ancak bu durum, anlaşıldığı gibi Selimpaşa’da, daha çok periyodik mevsimlik bir gelişme meydana getirmektedir. Bu mevsimlik gelişmeyi iki şekilde tespit etmek mümkündür; birincisi yaz ve kış aylarındaki nüfus farkı, ikincisi ise her iki mevsim arasındaki hareketlilik ve faaliyet farkı, nüfus miktarı yaz aylarında arttığı gibi, genel hizmetleri karşılayan birçok yerler faaliyetlerini kış aylarında tatil etmektedirler veya kısıtlamaktadırlar. Mesela, gazino, restoran, plaj ve otobüs seferleri gibi.
Selimpaşa’nın kır ile olan sıkı münasebeti ve çevrenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışması, diğer fonksiyonlarının da gelişmesine sebep olmuştur. Mesela, ilk, ortaokul, lise, kooperatif, sportif faaliyetleri destekleyen spor kulübünün bulunması gibi. Eğlence yerleri küçük olan bir yer için, diskotekleri, çay bahçeleri, yazlık sineması ve plajlarının bulunması, pek de az sayılmaz.
Selimpaşa’da bölgenin ihtiyaçlarını karşılayan, oto tamir atölyeleri, karasör atölyeleri, demir doğrama atölyeleri, marangozhaneler ve fabrikalar mevcut olup, böylece Selimpaşa’da bir sanayiden bahsetmek gerekirse kır-şehir ilişkilerine dayanan bir sanayinin varolduğunu söylenebilir ve bu SeIimpaşa’nın büyük transit yolların üzerinde bulunması geniş inşaat faaliyetinin bulunması ile ilgilidir.
Selimpaşa’daki ticari faaliyetlere gelince: Buradaki kır-şehir ilişkilerini ortaya koyan ve onu tam anlamı ile “şehirsel bir pazar yerleşmesi” haline getiren haftada bir gün kurulan pazardır. Pazar günleri kasabanın ihtiyacı görüldüğü gibi çevreden de gelinmektedir.
Genellikle sebze ve meyvelerini pazarda satan köylüler, kendi ihtiyaçları olan malları almakta iseler de zamanla bu değişime uğramakta olup meyve ve sebzelerini dahi pazardan temin etmekte, kendileri yetiştirmemektedir. Kasabada perakende ticaret hakimdir.
Kasabada inşaat çok artmakta, içi apartmanlarla, çevresi sitelerle dolmaktadır. Bugün sahilde hiç yer kalmamıştır, bu yapılaşma böyle giderse zamanla denizi görmek bir hayal olacaktır.
EPİVATE-BiGADOS-SELİMPAŞA
(Grek Ansiklopedisi’nden)
Epivates Trakya’nın güzel bir kasabası olup gemiyle İstanbul’a 3 saat mesafededir. İdari açıdan Silivri kazasına, dini açıdan da Silivri Metropolit hanesine bağlıdır. Bilindiği kadarıyla eski Yunanlı göçmenler veya kolonistler ilk defa burada bir yerleşim yeri kurmuşlardır. Buraya geldikleri zaman bu yer vatozlarla kaplıydı, bu sebeple yeni kurdukları yerleşim yerine Epivates ismini verdiler, bu da vatozların üstüne kurulmuş anlamına geliyor. Bu yerleşim yerinin önemi, deniz ve karayoluyla Bizans’a bağlanmış olmasıdır, bu önemli oluşun ispatı bir Bizans kulesinin burada inşa edilmiş olmasıdır.
Buranın sahibi, imparator Andronikos Paleologos’un generali Aleksios Apokaukos’tur. Epivates Kulesi kayalık bir yer üzerine inşa edilmişti ve sahilde bulunuyordu, kulenin bulunduğu yer 1884 yılına kadar meskundu, ancak bu kule harap ve tehlikeli olduğundan kulenin üst kısmından yarıya kadar yıktırılmıştı, Avrupa savaşında ise Türk ordusu stratejik nedenle tamamen yıkmıştır. 1453 Şubat’ında, Karacabey kumandasında bir birlik tarafından Osmanlıların eline geçmiştir, burası Türklerin eline geçmiş olmasına rağmen, buraya hiçbir zaman (mübadeleye kadar) Türkler iskân edilmemiştir, hatta yalnız Türkler değil Türklerden başka ne Ermeni ve ne de Yahudiler buraya gelip yerleşememiştir, bunun sebebi de Hıristiyanlar arasındaki bir inanca göre Azize Paraskeva’dır, çünkü bu azize kendi kilisesinin yanında başka dinden olanları istemiyordu, şeklindeki hurafedir.
Burada oturan Rumların okulları vardı, bu okul 1796’dan itibaren faaliyetteydi, bunu burada, bulunan arşivdeki Patrik Yerasima ve Patrik Gregoryus’un mektuplarından öğreniyoruz.
İstanbul’la ticari ilgi nedeniyle Epivati çok gelişmiş bir seviyeye sahipti, daha sonraları Arhigenya denilen bir kuruluş burada yer alır. Bu kuruluşun gayesi Epivates’e yararlı eserler, bilhassa okullar yapmaktı, bunlar, bu kuruluşu meydana getiren Dr. Sarandi Arhiyeni’nin büyük yardım ve gayretleriyle yapılmıştır. Burada Ardiyeni okullarından başka 1857’de Patrikhanenin himayesinde bir okul daha açılmıştır.
O yıllarda bu kuruluşlar ve binalar Epivates’in manevi hazineleriydi ve bütün ziyaretçilerin hayranlığını uyandırıyordu, bunlar İstanbul-Edirne yolunun, büyük genel caddenin üzerinde bulunuyorlardı. (Bu binalardan bazılarının harabeleri hala bu cadde üzerinde bulunmaktadır.) 1878’deki (93 harbi) Osmanlı-Rus savaşında, Rus orduları buradan geçmiş, ordunun general ve yüksek rütbeli subayları, bu okulları ve kiliseleri ziyaret edip, kilisede dizleri üzerine çöküp öyle dua etmişlerdir. Epivati’nin din adamları ve papazlarından izin alarak bu kiliselerin birinde Rusça ayin yapmışlardır. 1912 Balkan savaşı yıllarında Bulgarlar da ziyaret edip buralara hayran kalmışlardır.
Epivates sakinleri çiftçilikle iştigal ederlerdi, bağcılıkla ve deniz nakliyeciliği ile balıkçılıkla da geçimini sürdüren pek çok kişi vardı. İstanbul ile Epivates arasında büyük bir ticari hareket vardı. Şarapçılık bu bölgede çok ilerlemişti, beyaz şarabın dışında ayrıca, Fransa’daki şarap fabrikalarına beyaz şarap imali için buradan kaliteli üzüm ihraç edilirdi. Epivates sakinlerinin bir kısmı da İstanbul’da otururlardı, çünkü İstanbul’da iş güç sahibi idiler.
Buranın dört kilisesi vardı; Meryemana, Aya Doodorosla, Aya Yorgi ve Osiya Paraskeva isimlerini taşıyorlardı. Osiya Paraskeva kilisesi bu azizenin doğup büyüdüğü evin üzerinde kurulmuştu, ancak 1808’de meydana gelen bir yangında bütün kiliseler yanmış, yalnız Aya Yorgi ve Azize Paraskeva kiliseleri kurtulmuş, daha sonra bunların tekrar inşası için Moldavya’dan bir yardım gelmiştir. Bu Osia (azize) Paraskeva’nın kilisesi küçük olduğundan dini ayinler için yeterli olmadığından, yıktırılmış ve 1884’te çok daha büyük bir şekilde inşa edilmiştir. Bu inşaatta, İstanbul Taksim’deki Aya Triada kilisesi örnek olarak alınmıştır. Böylece bu kilise de Arhigenya’ya bağlı kuruluşların binalarıyla birlikte şehri daha da güzelleştirmiştir.
1922’de (mübadelede olsa gerek) her şey terkedilmiş, buranın sakinleri büyük bir hüzünle evlerinden ayrılmışlar, Osia Paraskeva kilisesinde toplanmışlar ve gözyaşları içinde son dualarını yaparak Azizenin ikonasını kucaklayıp öpmüşler, onun ilahilerini okuyup ikonasını da başlarında taşıyarak sahile inmişler, çoluk çocuk ve bütün halk teknelere binerek mübadele için göçe başlamışlardır. Epivates halkının bir kısmı Selanik’e bazıları da Atina’ya yerleşmişler, bazıları da Bahçe Çiftlik denilen yere yeni Epivati ismi vererek oraya yerleşmişlerdir. Buraya yerleşen halk eski yurtlarındaki gibi çiftçilik, bağcılık ve balıkçılık mesleklerine devam etmişlerdir. Ancak bu ihtişamlı kiliseler ve yerler bir rüya gibi sadece anılarında kalmıştır.
Atina’daki Epivatesli kardeşler, her yıl azize Paraskeva’nın adına 14 Ekim’de bir ayin icra ederler, böylece Epivates ve Epivateslilerin koruyucu azizelerini bu yortu gününde anma fırsatını elde etmiş olurlar.
Dr. SARANDİ ARHİVENİ
Sarandi Arhiyeni 8 Şubat 1809 tarihinde Epivates’te (Epivates, Silivri’ye bağlı bugünkü adı Selimpaşa olan kasabadır) doğdu. Baba adı Tranekos, anne adı Teodosiya’dır. Her ikisi de Epivatos’ludur ve çok temiz ve çok dürüst bir hayata sahiptirler. Bunların iki çocuğu vardı; oğlu konumuz olan Sarandi Arhiyeni, kızları Maravga idi. Sarandi’nin babası İstanbul’da yağ tüccarlığı yapıyor, ailesi ise Epivatos’ta kalıyordu. Baba genç yaşta öldüğünden çocuklar korumasız olarak annelerinin himayesinde Epivatos’ta kaldılar.
Anne çok temiz ve çok tutumlu idi, oğlunun okuması için büyük bir özen ve gayret gösteriyordu, oğlu da annesinin bu gayretlerini görerek kendisini yetiştirmek için büyük bir çaba gösteriyordu. Epivates’teki okulu 12 yaşında bitirdikten sonra, daha yüksek bir eğitim görmek için bir ticari gemi ile İstanbul’a geliyor. Orada, Cibali’de bir akraba ailenin yanına girerek hem okumak ve hem çalışmak için iş arıyor. Bir zaman sonra bu akrabalarının yardımıyla Fener’de oturan Prof. Logadis’in yanına giriyor, kendisine ailede bulunan gümüş şamdanlarla vesaireyi temizleme görevi veriliyor. Sarandı annesinin o tutumlu halinden çok etkilenmiş olacak ki, mum yanarken damlayan mum parçalarını toplayıp yeniden mum yapıyor ve bu mum ışığında geceleri dersine çalışıyordu.
Bu durumu öğrenen logads çok duygulanıp, bizzat çocukla daha çok ilgileniyor, çocuğu teşvik ediyor. Logadis bir gün küçük Sarandi’ye “Ey çocuk, sen bir gün bu milletin başına geçecek kabiliyettesin”, diyor. Daha sonra onu Kuruçeşmede’ki Patrikhaneye bağlı büyük Rum okuluna yerleştiriyor. Sarandi Hacı Kosta adında bir zenginin himayesinde gece gündüz çalışarak eğitimine devam ediyor. Burayı bitirdikten sonra, Filibe’deki Rum okullarından birine hoca olarak tayin ediliyor, orda 4 yıl çalışıyor ve İstanbul’a dönüyor. Bu arada Edirne’de de bir müddet kalıyor. Edirne’deyken bir gece ilginç bir rüya görüyor. Rüyasında keşiş kılığında biri görünerek, “Ben burada yatıyordum beni öldürüp bu otların arasına attılar”, diyerek bir yeri gösterip bu cinayetin aydınlatılmasını istiyor. Sabah olunca bir arkadaşı iki kişi ile beraber yanına geliyorlar, Sarandi geceki gördüğü bu rüyayı bunlara anlatıyor ve bunun gerçek olduğunu öğreniyor, keşişin gösterdiği yerde kilise için iane toplayan bir keşişin orada öldürüldüğünü söylüyorlar.
Ertesi gün gece rüyasında bu keşişi yine görüyor, keşiş kendisiyle ilgilendiği için teşekkür edip, “Bundan sonra senin hayatın benim korumam altında, yalnız beni üçüncü defa görürsen bu hayatının sonu olacaktır”, dedi.
Bu rüya o kadar canlıydı ki, hayatında bu rüyayı unutamamış, zaman zaman tekrar ederdi. Daima büyük yardımlar ve iyi bir iş yaptığında ona teşekkür edenlere: “Ben keşişi bekliyorum, üçüncü defa gelecek, ben de öbür dünyaya gideceğim”, derdi.
Bir müddet sonra Edirne’den memleketine, Epivati’ye dönüyor, daha sonra İstanbul’a geliyor. Burada iş bulma bakımından büyük zorluklarla karşılaşıyor, ancak şanslı bir kişi olduğundan, o zaman Galatasaray Lisesi kuruluş safhasında olduğundan, Babıali buraya öğretmen yetiştirmek için üç genç arıyordu, Reşit Paşanın isteğiyle bu üç kişiden biri Sarandi oldu.
Hemen Arhigenyis Sarandi Osmanlı imparatorluğunun bursu ile okumak ve yetişmek için Paris’e gönderiliyor, Osmanlı Büyük Elçisi Mustafa Reşit Paşa’nın himayesinde eğitimine başlıyor. Çok akıllı ve çalışkan bir kişiliğe sahip olan Sarandis, Reşit Paşa’nın da takdirini kazanıyor. Aynı zaman çok nazik ve çok dürüst karakterli bir genç olan Sarandis, koruyucusunu hiçbir zaman mahcup etmedi.
Paris Büyük Elçisi olan Reşit Paşa’nın bir hastalığında anında bizzat kendisi müdahale ederek ona karşı saygı ve sevgisini ispat etme imkanına sahip oluyor. Paşa çok ağır hastalanıyor, bir kriz anında profesörler hiçbir sorumluluk almak istemiyorlar, zira hastalık çok ciddi idi, o zaman Arhiyeni gençliğinin verdiği cesaretle tedaviyi üsleniyor, profesörlere “Mademki siz korkuyorsunuz, bırakın ben tedavi edeyim”, diyor ve başarıyla tedaviyi tamamlıyor. Bu hadiseden sonra Reşit Paşa’nın daha fazla itimat ve takdirini kazandı.
Paris’te 8 yıllık bir eğitimden sonra Fransız Üniversitesinden mezun oldu. Mezuniyetten sonra, Reşit Paşa’nın yardımıyla İngiltere, Almanya ve Avusturya hastanelerinde staja gitti. Bir müddet sonra Reşit Paşa İstanbul’a gelip Büyük Vezir oluyor, münasip bir günde Arhiyenis’i Abdülmecid’e göstererek: “Sultanım, işte size Avrupa’dan getirdiğim hediye” diyor. Hemen Galatasaray tıbbiyesinde patoloji profesörü olarak görevlendiriliyor ve orada 30 yıl müddetle 4 yüksek madalya ile mükafatlandırılarak imparatorluk saray doktorluğuyla da görevlendiriliyor. Sultan Abdülmecit çok başarılı çalışmalarını görerek kendisine altın üzengili bir at ile Galatasaray Okulu’nun avlusuna yakın bir yerde çok katlı bir bina veriyor. Sarandi bu binayı İstanbul’a gelen tıp ilim adamlarını misafir etmeye tahsis ediyor.
Çok yoğun bir çalışma içinde bu unvanlar Arhigeni’yi çok tanınmış bir kişi haline getiriyor, aynı zamanda iyi karakteri ile de göze batıyor, kendisinde insan sevgisi her şeyden önce geliyor. İnsanlığa büyük yardımlarda bulunan bu zat bu arada çok da zengin olmuştur. İnsanlara ve bilhassa kendi memleketi olan Epivati’ye özel bir ihtimam göstermiştir Daha sonra bıraktığı serveti Rum çocuklarının eğitimine harcanmak üzere okullara vakfetmiştir. Sıra evlenmeye gelince İstanbul’un Fener semtinin iyi ailelerinden olan Eleni Fener ile evlenmiş ve bu evlilikten bir kız ile bir oğlu olmuştur.
Bu büyük yardımsever insan 1857’de memleketi olan Epivati’de Arhigenya okullar kompleksini kuruyor. Bu kompleks içinde Kız Okulu, Erkek Okulu, Ruhban Okulu, Yetimhane ve Anaokulu ile bir de Saat Kulesi bulunuyordu. Burada fakirler, kızlar ve yetim çocuklar ücretsiz olarak eğitim görüyorlardı, yetimhanede ise 20 çocuk yetiştiriliyordu. Bu taş binalar onun bizzat başında bulunduğu işçiler tarafından tamamlandılar, her gün inşaata gelir inşaatın gidişini takip eder, yüksek görevleri dışında bütün zamanını bu binaların tamamlanmasına harcardı, bu da onun fakir fukarayı ne kadar sevdiğini ve koruduğunu gösterir.
1860 yılında kız okulunun imtihan günü bizzat kendisi, o devirde İstanbul’da bulunan Kudüs Patriği ve resmi kişilerle beraber imtihan için Epivatos’a gelirler. Talebeler tek tip elbise giyip geçenekleri yerleri defne dalları ile süsleyerek, sahile dizilip misafirleri getiren gemiyi karşılıyorlar.
Sarandi Arhiyeni karşılama töreninde bir konuşma yaparak bugünün hayatında hiçbir zaman unutamayacağı bir anı olduğunu, hayatının en büyük gerçek hediyelerini bu çocuklardan aldığını söylüyor. O gün bu kız çocuklarının dua için kiliseye sıkça gitmediklerini, kilisenin uzakta oluşunun sebep olduğunu öğrenmesi, dinine çok bağlı bir kişi olduğundan, bu çocukların gidebilmesi için özel bir kilise yaptıracağım diyor.
Genç kızların dinlerine bağlı olarak yetişmelerini istiyor ve 1863 yılında bu Arhigenyi okul kompleksi içinde Bizans stilinde 40 Martirler Kilisesi’ni inşa ediyor. Bu kilise okulların arka avlusu içindeydi, kilisenin ikonastasis kısmı komple mermerdi. Kilisede çeşitli ikonalardan başka, duvarlarda azizlerin hayatıyla ilgili muhtelif kompozisyonları gösteren 4 büyük ikona da bulunuyordu. Mübadelede bu zengin görünümlü kilise terk edildi.
Bu kilisede kız talebeler ve hocalar dua ederdi, burayı yabancı ziyaretçiler de ziyaret edip dua ederlerdi, 9 Mart yortu günlerinde de umuma açılırdı. Kilisenin korosunu genel olarak kız talebeler oluştururdu, koronun sol tarafında kızlar, sağ tarafında ise erkek okulunun talebeleri ilahi okurlardı. Bu erkek okulunu da 1868’de Sarandi’nin eşi Eleni inşa etmiştir. Elenya okulları iki binadan ibaretti, lise ve yemekhane, yatakhane kısımları vardı.
Bunlar Arhigenya okullarından bir kilometre kadar ileride, bu okulların batı kısmında, aynı cadde üzerinde bulunuyorlardı. Bu okulların etrafı bol ağaçlı çok geniş bahçeleri vardı ve mermer süslemelere sahiptiler. Bu okulların içinde yağlıboya ile yapılmış karı koca her ikisinin portreleri bulunuyordu. Okulda çocukların okuması için zengin bir kütüphane, fizik, kimya dersleri için alet dolapları ile bu dersler için çeşitli araç gerece sahiptiler. Onun baba evi de bu Arhigenya kuruluşları içinde sayılabilir. Arhigenya kuruluşları, yörenin hatta Trakya’nın kültür merkezi sayılabilecek seviyede bir kuruluştu, şöhrete sahipti ve hatta Anadolu’da bile biliniyordu. Buradan saçılan eğitim ışıkları Rum azınlığın yaşadıkları merkezlere yayılıyordu.
1872’de anaokulları kurulmaya başladı, 1873’te de Arhigenya okul kompleksine bir anaokulu ilave edildi. Bu geniş ve büyük bir okul olup, bu okulu kurması için Arhigeni’nin bizzat Atina’da eğittiği bir kişiyi görevlendirdi. Bu büyük yardımsever insan yardımlarını tamamlıyor ve sonunda doğup büyüdüğü Epivatos’a hediye olarak bir suni liman inşaatına girişiyor ve bu limanı gerçekleştiriyor, ancak büyük bir şanssızlık olarak tam liman tamamlanırken hayata veda ediyor.
Ölümü keşişi yine rüyasında gördükten kısa bir müddet sonra gerçekleşiyor. Bir yaz günü idi, saraya ait çok kürekli bir sandalla sahilde geziye çıkmıştı, yanında zamanın önemli şahsiyetleri vardı, bu ara uykusu geliyor ve uykuya dalıyor, bu kısa uyku anında rüyasında keşişi üçüncü defa görerek korkulu bir şekilde uyanıyor, o zaman yanındakilere keşişi üçüncü defa gördüğünü onun için öleceğini söylüyor. Bu hadiseden üç ay sonra okulları görmeye Epivates’e geldiğinde ölümcül bir hastalığa yakalanıyor, tekrar İstanbul’a dönüyor ve 10 Eylül 1873’te 64 yaşındayken İstanbul’da vefat ediyor.
Cenazesi vasiyeti üzerine Epivates’e getirilip, 40 Martirler Kilisesi’nde lüzumlu defin ayini yapıldıktan sonra Kız Okulu’nun karşısındaki küçük bir mezarlığa defnediliyor. Yalnız Epivates değil civar köy ve kasabalardan gelen çok kalabalık halk büyük bir üzüntü ve gözyaşları içinde büyük yardımseverin hayattan ayrılmasını üzüntü ile takip ediyorlardı. Arhiyeni’nin vefatı memleketi için hem maddi ve hem manevi bakımdan büyük bir kayıptı. Ancak bu büyük insanlar, davranışlarıyla başkalarına örnek olduklarından öldükten sonra da insanlığa yardımları devam eder.
Arhiyeni Grekçe ve Fransızca bazı tıp kitapları yayınlamış, 1848’de 145 sayfalık bir hijyen kitabı, Grekçe patoloji kitabı yayınlamıştır. 9 Mart 40 Martinler gününde yöre sakinleri onun anısına bir mevlit okunmasını gelenek haline getirmişlerdi ve bu gelenek mübadeleye kadar devam etmişti, mübadeleden sonra burada Rum kalmadığından bu geleneği devam ettirecek kimseler de yoktu. Bıraktığı servet kendi isteği doğrultusunda değerlendirilip eğitim için harcanmıştır; ilk bakışta servetinin büyük bir kısmını Arhigenya okullarına, sonra eşi Eleni ve oğlu Maditas’ta (Eceabat) oturan Fodyos Arhigenya’ya bırakıyor. Oğlu Fodyos da doktordu.
Eşi Eleni 25 Ekim 1891’de İstanbul’da vefat ediyor ve hemen Epivatos’a getirilip kocasının mezarının yanına defnediliyor. Maalesef kötü bir yönetim sonucu, üç yıl sonra Eleni Lisesi kapatılıyor. Böylece Epivates’e bir hüzün daha ekleniyor, daha sonra diğer okullar da tek tek kapanıyor. Eleni’nin mezarı üzerindeki bir kitabede bu durum ifade ediliyor: “Ne kadar büyük bir felaket, Epivates çok üzgün, sevdiği bir yardımcı, bir dostunu kaybetti, gökyüzünde bu sönmeyen yıldız söndü, gerçek bir hazineden daha mahrum kaldık.” Bu hususta bir de şiir var, bu şiiri derslerde talebeler manzume gibi okurlardı.
Bu şahısların ölümlerinden sonra, bu kuruluşun yönetimi Parikhane tarafından 4 kişilik bir mütevelli heyetine veriliyor, Arhiyeni’nin vasiyetinde bu kuruluşun, bıraktığı servetle devamlı yaşatılması isteği bulunuyordu. Burası daha sonra mübadelede Rumlar tarafından terk edilince, sahipsiz kaldığından bu eğitim kompleksinin yaşamı sona eriyor. Ancak Arhiyeni’nin servetinin bir kısmı Yunanistan’daki bir bankada bulunuyordu, bu servet Yunanistan’dan okumak için Epivati’ye gelen talebeler için ayrılmıştı, mübadeleye rağmen vakıf bu serveti değerlendiriyor, banka hesabı kalıyordu. Patrikhane daima yıllık 33.000 altın liralık bu serveti okuyan ve evlilik için hazırlanan genç kızlara belirli bir müddet için tahsis ediyordu.
Bu dönemden sonra Epivates’li genç kızlar ve Arhigenya kuruluşları tarihe karıştı. Orada yaşayan herkesin bu büyük heyecanı yaşamaması mümkün değil ve nesiller boyunca oradaki büyük eğitim hareketini başlatan ve devam ettiren, dine, ilme bağlı büyük yardımsever insana karşı sevgi hiçbir zaman sönmemiştir.
Anneler çocuklarımıza bu büyük insandan bahsetmeyi hiçbir zaman ihmal etmeyin, bu şahsın yaptığı büyük yardımları çocuklarımıza hiçbir zaman unutturmayın.
İlyaoğlu sülalesinden Zoi Sakiduk.
Not: Bu Zoi isimli kadın yazar muhtemelen bu okullarda okumuştur, makaleyi 1939’da yazmıştır.
* Selimpaşa’daki Kırk Martinler Kilisesi’ni Dr. Sarandi Arhiyeni kız öğrencilerin ibadet etmeleri için özel olarak yaptırdı. (Hıristiyanlıkta dini uğruna beden ve ruhça büyük acılar çekip şehit olanlara “martin” denir.) 1956’da yıkıldı.