ŞAİR BAKİ

Asıl adı Abdülbaki Mahmud, aynı zamanda Şairlerin Sultanı da denilirdi. İstanbul’da 1526’da doğdu, yine İstanbul’da 7 Kasım 1600 tarihinde vefat etti.

Kendisi divan şa­irlerinin en meşhurlarından olup babası Fatih Camii Müezzinlerinden Mehmet Efen­di’dir. Fakir bir ailenin çocuğu olup bir ara saraç çıraklığı yapmıştır. Sonra medreseye girdi, devrinin tanınmış bilginlerinden Ka­ramanlı Ahmet ve Mehmet Efendilerden ders aldı. Baki, medrese öğrenimini ya­nında şiirle de uğraşıyordu, henüz ondokuz yaşında ünü İstanbul’u dolduran genç şa­irlerden biri oldu. 1554’te Nahcivan Se­feri’nden dönen Kanuni Sultan Süleyman’a sunduğu kasideyle padişahın dikkatini çekti ve takdirini kazandı.

Semiz Ali Paşa’nın sadrazamlığı zamanında Baki’nin ikbal devri başladı önce 1561’de Danişment oldu, aynı yıl Padişahın ar­zusuyla otuz akçe maaş ile Silivri’deki Piri Mehmet Paşa medresesine müderris olarak tayin olundu. 1564’te ödeneği bir misli ar­tırılarak İstanbul’da Mahmutpaşa Med­resesi’ne nakil olundu. 1566 Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı terkib-i be nt şek­linde mersiyesi ile Divan Edebiyatına ölüm­süz şiirlerden birini kazandırdı.

Böylece Şair Baki’nin 1561 ile 1564 yılları arasında Silivri’de müderrislik yapmış olduğunu görüyoruz.

MAHMUT HAYRETTİN BELLİ

Mahmut Hayrettin Belli, Diyarbakırlı bir ai­lenin Urfa’da doğmuş çocuklarından bi­ridir. 1907 yılında 18 yaşındayken İstanbul’a gelmiş Hukuk Mektebi’nde okumuştur. Okulu bitirdikten sonra Çatalca Sancağının Silivri ilçesine Savcı olarak atan­mıştır. Burada, Mahkeme Başkatibi Mehmet Hamdi’nin kız kardeşi ile evlenmiş ve bir haftalık evli iken askere alınmıştır. Önce Galiçya’da, daha sonra Filistin’de Gazze cephesinde çarpışmış, 1. Dünya Savaşı bi­tince de tekrar Silivri’ye dönmüştür.

Harbin yenilgiyle bitmesi sonucu, Silivri yöresindeki Rum köyleri silahlanmışlar ve hemen hemen her Rum köyünde çete bir­likleri kurmuşlardı. Bu çeteler fırsat bul­dukça Türk köylerine baskınlar ya­pıyorlardı. Bu Rum köylerinin en azgınları Çanta Köyü idi, bu köyün 150 kadar Rum çetecisi vardı. Bu çeteleri sindirecek elde ne Jandarma ve ne de başka bir kuvvet vardı. O zaman Ağır Ceza Mahkemesi Baş­kanı olan M. Hayrettin Bey, iş başa düştü diyerek zabıt kâtibi Küçük Recebi Istırarca köylerine göndererek, oradan 40 kadar Türk çeteci toplayıp Türk Köylerini ko­rumaya başlıyorlar.

Geceleri bu Rum köylerine, özellikle Çanta Köyü’ne, baskınlar düzenliyor, gündüzleri de mahkemedeki görevinin başında bu­lunuyordu. Böylece Rum çetelerinin kö­künü kurutuyorlar.

Mahmut Hayrettin Belli’nin doğumu 1889 İstanbul, ölümü de 1949 İstanbul olup ken­disi Mihri Belli’nin babasıdır.

A. Stamulis

A. Stamulis, Silivrili bir Rum Fabrikatördür. Fatih Mahallesi’nde bir evi, sahilde de bir un fabrikası vardı. Ev halen restore edilmiş, oturulabilir bir durumda, fabrika ise yıllarca kullanılmadığı için hara bolmuş sonunda belediyece yıktırılmıştır.

Kendisi bir koleksiyoncu idi. Silivri’ye ait tarihi eserleri toplayıp korumuş, sonunca Mübadelede (1924’teki değişim) Yu­nanistan’a giderken götürebildiklerini Yu­nanistan’a götürmüş, götüremediği büyük taşlar da evinin bahçesinde kalmıştır. Bu ta­rihi eserleri koruyup Atina Arkeoloji Mü­zesi’ne vermekle Silivri için bu yönden iyi­lik etmiştir. Bunları korumasaydı bu tarihi eserler şimdiye kadar yok olup gitmişti. Si­livri paraları ve kurşun mühür koleksiyonlarını da bu müzeye vermiştir. Bugün evinin güney taraf bahçe duvarına yerleştirilmiş antik bir stel bulunmaktadır.

Silivrililer Stamulis’e İstanbuli derlerdi. Oğlu Karamanlis kabinesinde bir müddet bakanlık yapmıştır.

Fabrikasında yaptığı un ve bilhassa irmik çok meşhurmuş, bunları Yunanistan’a da ihraç edermiş.

ONNİK ÇELEBİ (VEYA ÇORBACI)

Kendisi Un Fabrikası olan Silivrili, zengin bir Ermenidir.

Fabrikası, Kısa Köprüyü geçip Çorlu is­tikametinde ilerlerken, yolun solunda, bu­ günkü Erseven Sitesi’nin başladığı yerde, Eski Beyaz Saray’ın(Yelken) karşısında bulunuyordu. Bu bina yıllarca Veterinerlik Binası olarak kul­lanılıyordu yüksek bir bina idi. Bitişiğindeki yer çok önceleri Belediye’nin gazhanesi, daha sonraları da veterinerliğin boğa de­posu olarak kullanıldı. Bugün bu bina yık­tırılıp yerine park yapıldı.

Fabrika odun kömüründen elde edilen su buharı ile çalışıyordu. İstiklal Harbi so­nunda bu fabrikayı Stamululis satın aldı, Onnik Çorbacı’da Silivri ile ilgisini kesip İstanbul’a yerleşti.

Onnik Çelebi’den bahsedişimizin esas se­bebi, bu zatın iki oğlu var, bunlar Ame­rika’da okurlar, Türkiye’ye dönerken be­raberlerinde bir fotoğraf makinesi getirirler ve bu makine ile 1895 yılında Silivri’nin panoramik resmini fabrikanın damından çe­kerler. Bu resim halen biraz soluk da olsa elde mevcuttur. İşte bu resim sayesinde Si­livri’nin o günkü halini görebilmekteyiz.

SİLİVRİ KADISI

  1. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın baş­larında Silivri’de görev yapmış, saçma sapan kararları ile meşhur olmuş bir de ka­dımız vardı.

Bu mahkeme ilamlarından biri, 3. Selim ve 2. Mahmut devrinin vezirlerinden Mehmet Hakkı Paşa’nın eline geçmiş, bunun üze­rine Paşa, Silivri Kadısı’na şu mektubu yaz­mış:

Silivri Naibi

Şeriat hain i

İlamını gördüm

Kahkahayla güldüm

Meali hezeyan

Hükmü hilaf-ı Kur’an

Mühr-i müeyyidemi basarım

Seni mahkeme kapısına asarım.

Aradan yıllar geçmiş, bu mektup Ebuzziya Tevfik’in “Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye” isimli eserinde tekdir ve tehdit türüne örnek olarak gösterilmiştir.

Yıllar önce bu yazı hakkında Rahmetli Şey­hül Muharririn Burhan Felek Bey’e so­rulduğunda: “Bir kadıyı asma yetkisi sadece padişaha aittir, bence bu yazı bir padişah tarafından yazılmıştır”, şeklinde cevap ver­mişti.

SİLİVRİLİ İZZET PEHLİVAN

Silivrili izzet Pehlivan’a izzet Molla da de­nilirdi. 1920’li yılların başpehlivanı olup, grekoromen güreşi de yaptığı söylenir. Ha­yatı hakkında geniş bilgiye rastlamadım.

RUPEN SEVAG

Doktor Rupen Sevag veya Dr. Rupen Çilingiryan (D. 15 Şubat 1885- Ö. 26 Ağustos 1915) Osmanlı Ermeni’si hekim, 1912 Balkan Savaşları’nda Osmanlı ordusu kaptanı, Batı Ermenice dilinde yazan şair ve nesir-yazarı.

Rupen Çilingiryan 15 Şubat 1885 tarihinde Silivri’de doğdu. Edebi yeteneğinden başka, bilime karşı eğilimli görüldüğünden, başöğretmeninin telkin ve tavsiyeleriyle İsviçre’nin Lozan şehrine gitti. Buradaki Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra birçok hastane ve kliniklerde çalıştı ve bilimin bu dalının sırlarını inceledi. Hayal gücüyle beslenen sanat adamı ile bilim adamlığı, onun kişiliğinde iç içe geçmişti.

Sanat sazını, Hipokrat yemini ettiği ve eğitimini aldığı bilim dalı için terk edemedi ama insanlığa olan aşkını, vatan ve insan sevgisini hem mesleği olan tıp dalında hem de edebiyat alanında çalışarak terennüm etti.

Ermeni kökenli hekimler I. Dünya Savaşı öncesi, tüm Osmanlı coğrafyasında emsal teşkil edecek bir kampanya başlatmışlardı. Amaç, hekimlerin, çağın yeni bilgileri ışığında, konferanslar ve açıkoturumlarla yetilerini geliştirmekti.

Dr. Rupen Çilingiryan, nam-ı diğer Sevag, bu kampanyaya aktif şekilde katıldı. Onun dikkat çekici ve ufuk açan konuşmaları, yankı uyandırdı. Bakırköy’de vatanî görevini, her Osmanlı vatandaşı ve yurttaşı gibi, tabiatıyla yerine getirirken, bu konferanslardan biri vesilesiyle ayakta alkışlandı. Ertesi gün de Çankırı’ya “tehcir” edildi, bir daha hiç geri gelmemecesine!

Lozan’da karşılaştılar. İkisi de üniversite öğrencisiydi; Rupen Çilingiryan tıp, Yani Appel pedagoji okuyordu. İlk görüşte aşktı onlarınki. Bir kır gezisinde karşılaşmıştı kara kaşlı, kara gözlü Rupen’le, sapsarışın, mavi gözlü Yanni.

Şehirde buluştuklarında, kalplerinin gümbür gümbür atışını duydukça aşkla sarhoş oldular. Silivrili bir aileden gelme Rupen Lozan’da binbir güçlükle okuyor, ailesine yük olmamak için gün geliyor İstanbul Patriği Ormanyan’dan mektupla yardım istiyordu. Şairdi; Ermenice basında şiirleri çıkan, kara gözlerinden ötürü “Sevag” diye anılan, gelecek vaat eden bir şair. Yani ise varlıklı bir Alman aileden geliyordu; tiyatroyla ilgileniyor, sahneye çıkmak için can atıyordu.

Appel’ler için kızlarının bu köylü görünümlü şarklıyla evlenme isteğini kabullenmek kolay olmadı. Sevag’ın gönderdiği, “kızınız ve benim için ebedi mutluluğu lütfetmeniz arzusuyla” diye biten mektuba verdikleri cevap hiç sıcak değildi. Ancak çok geçmeden onlar da bu zeki ve dürüst gence ısındılar.

Yani ve Rupen’in iki çocuğu oldu: Oğullarına Levon, kızlarına Şamiram adını verdiler. Rupen okulunu bitirince Lozan’da bir hastanede çalışmaya başladı, Yani’yse öğretmenlik yapıyordu. Rupen İstanbul edebiyat çevrelerinde şiirleri ve yazılarıyla, yenilikçi bir isim olarak kabul edilmişti artık.

Sevdadan, yurt sevgisinden, halkının acılarından ve yepyeni bir dünya hayalinden söz ettiği şiirleri büyük beğeni toplamış, 1913’te Azadamard’da yayımladığı “Bir doktorun defterinden koparılmış yapraklar” dizisi de heyecan yaratmıştı. Hayatını İstanbul’da sürdürmek, orada tıp dersleri verip şiir yazmak istiyordu.

Yani Appel sevgilisinin isteğini kabul etti; Ermenicesini bir hayli ilerletmişti, Ermeni okullarında ders verebilirdi. 1914’te geldiler İstanbul’a, zor zamanlarda; savaş ha başladı ha başlayacaktı. Rupen askerlikten kaçmak için her yolu denese de tabip-subay olarak askere alındı. Makriköy’de görev yapıyordu. 24 Nisan 1915’te İstanbul’da Ermeni aydınları tutuklanıp Çankırı ve Ayaş tarafına sürüldüğünde kaçmayı düşündü, ancak harekete geçemeden, üzerinde subay kıyafetleriyle tutuklandı.

Onu Çankırı’daki kafileye kattılar. Şehirde hep korku içinde, gözetim altındaydılar. “Ayaş’a gideceksiniz!” diye toplananların öldürüldüğü haberleri geliyordu kulaklarına.

Yani ise İstanbul’da her gün Alman elçiliğine gidiyor, diplomatları kocasını kurtarmak için araya girmeye zorlamaya çalışıyordu. Büyükelçi Wangenheim’la dahi görüşmüş, ancak adamın o soğuk nezaketini aşıp umursamazlığını kırmayı başaramamıştı. Wangenheim “Alman ulusunun çıkarları” diyor, başka laf etmiyordu. Yani aynı dili konuştuğu bu adamın kalbine bir türlü nüfuz edemiyor, umudunu gittikçe yitiriyordu.

Çankırı’da, sıcak bir Ağustos günü, Rupen Sevag, şair arkadaşı Taniel Varujan’ın da dahil olduğu beş kişilik bir grupla yola çıkarıldı. Aynı günün akşamı Tüney köyü yakınlarında öldürüldükleri haberi geldi. Aynı haber İstanbul’a bir haftalık gecikmeyle ulaştı. Yani Appel o günden sonra anadili Almancayı bir daha hiç ağzına almadı, ömrünün sonuna kadar tek bir Almanca kelime etmedi. Levon ve Şamiram’la birlikte Fransa’ya yerleşti, orada öldü.

 

ESERLERİ

Rupen Çilingiryan Ermeni Devrimci Federasyonu üyesi olarak hümanist bir şair ve savaşa karşıydı (Pasifizm – barışçılık). Çilingiryan’ın ilk eseri 1905 senesinde yayınlanmıştı. Eserlerinin bazıları İstanbul’daki Ermenice dilinde olan Azadamart gazetesinde yayınlandı. Sonra ise yazar adı Sevag olmuştu. Hikâyelerinde hep aşk ve müzik ön planında gelmekteydi. Ayrıca aşk ve sevgi müzik eserleri de yaptı.