Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’da sağlam temeller üzerine kurulduktan sonra Osmanlılar 14. yüzyılın başlarından itibaren Trakya ile ilgilenmeye başlamışlardı. Osmanlıların Silivri’ye ilk girişleri 1327 yılında İmparator II. Andronikos ve torunu genç Andronikos arsında cereyan eden saltanat mücadelesi sırasında gerçekleşmiştir. Ancak Orhan Bey’ in II. Andronikos’ a yardım etmek amacıyla gönderdiği kuvvetler Silivri’de mağlup olmuşlar ve İmparatorun yardımıyla geri dönmüşlerdi.

Osmanlıların Silivri’ ye ikinci girişleri dostluk çerçevesi içinde gerçekleşmiştir. Bizans İmparatoru III. Andronikos’ un 1341 yılında ölümü üzerine küçük yaştaki oğlu İoannes (Yohannes) Kantakuzen’ in vasiyeti üzerine imparator ilan edilmişti. Bir süre sonra Kantakuzen’ e karşı isyan başladı. Kantakuzen tahtı kaybetmemek için Orhan Bey’ den yardım istedi ve desteğini sağlamak amacıyla kızı Teodora’ yı Sultan Orhan’ a verdi. Orhan Bey otuz kadar gemi, bir hayli süvari ve adamlarıyla Teodora’ yı Silivri’ den alarak Bursa’ya getirtmiştir. Kantakuzen’ in, yardımlara karşılık 1353’te Gelibolu’ daki Çimpe Kalesi’ni Osmanlılara vermesi üzerine Türkler çok kısa zamanda bütün Trakya’ ya yayıldılar. Bu ordu bir yıl içinde Çorlu ve Di­metaka’yı ele geçirerek Edirne’ye doğru ilerledi. 1356 yılına kadar yapılan fetihlerle Silivri’ ye 30 km kadar sokulmuşlardır.

Türklerin Bizans deltasına yerleşmeleri, 1357 yılında Gelibolu’nun zaptıyla başlar. O döneme kadar Türkler, Trakya’ya sadece yağma ve saldırı amaçlı gelirlerdi. 1372 yılında Çatalca yakınlarındaki İnceğiz şehri Sultan Murad tarafından zapt edildi. Tarih boyunca büyük önem taşıyan ve Apolyontun bağlı olduğu bu şehir, Türkler tarafından zaptından sonra kent merkezi haline getirirdi. Bir yıl sonra Çatalca alındı. Ancak Terkos, Çekmece, Silivri kaleleri ve bazı kuleler hala Bizansların elindeydi. Bu yüzden yöre uzun süre Türkler tarafından iskân olunamadı. Nüfusun düşük olmasının bir diğer nedeni de Trakya’daki arazilerin büyük bölümünün devlet büyükleri ve ileri gelenlerinin elinde olmasıydı. Buraları fetih öncesi harap ve terk edilmiş bulunuyordu.

Türklerin Trakya’ya gelişi, Sul­tan Murat zamanında daha da arttı. 1402 yılında Anadolu’yu istila eden Timur’un or­dularından kaçan Türkler, Trakya’ya gelip yerleşmişlerdi. Hatta bu devirde Trak­ya’daki Türkler, Anadolu Türklerinden daha fazla idi. İşte bugün Trakya’da bulunan yerli Türklerin kökeni bu göçlerle ge­lenlerdir. Bunların birçoğu önce Balkanlara yerleşmiş bir zaman sonra da Trakya’daki bugün yaşadıkları yerlere gelip orada kal­mışlardır. Bunlar, yanlarında aileleri, ça­dırları ve hayvanları ile beraber gel­mişlerdir. Bunlar köy köy kasaba kasaba yerleştiler veya yeni köyler kurdular. Bugün bunların ilk gelenlerinin torunlarına GACAL denilmektedir. Balkanların diğer böl­gelerinden gelip yakın zamanda buralara yerleşenlere de YÖRÜK denilmektedir. Bunların kökenleri aynı olup Konya ve Kas­tamonu yöresinden gelenler çoğunluktadır. Bu Gacal ve Yörükler bugüne kadar eski Türk örf ve ananelerini kaybetmemişlerdir. Yörükler Silivri’nin birçok yörelerinde bu­lunmakta ise de en çok Kadıköy, De­ğirmenköy, Büyük Kılıçlı köylerinde otur­maktadırlar.

Kaynaklarda Silivri’nin Osmanlılar tarafından ilk defa ne zaman fethedildiği konusunda farklı bilgiler bulunmaktadır. Evliya Çelebi Silivri’nin daha I. Murat (1361 – 1389) tarafından fethedildiğini, ancak I. Murat’ın öldürülmesinden sonra tekrar Bizanslıların eline geçtiğini yazmaktadır. Ayrıca Evliya Çelebi Silivri’nin ikinci kez Yıldırım Bayezid (1389 – 1402) zamanında fethedildiğini, ancak onun Timur’ a esir düşmesinden sonra kentin bir kez daha Bizanslıların eline geçtiğini belirtmektedir.

  1. İstanbul Kuşatması ile Silivri’nin Osmanlılara geçmesi

Yıldırım Bayezid, Haçlı ittifakının teşvikçisi durumundaki İmparator Manuel’e elçi göndererek İstanbul’un teslimini istemişti. Manuel bu isteğe cevap bile vermedi. Bunun üzerine şehrin diş dünya ile irtibatı kesilerek kuşatma daraltıldı. O dönemlerde kale surlarını yıkacak büyüklükte toplar bulunmadığından şehir halkının açlık sıkıntısı ile teslim olacağı düşünülüyordu. Gerçekten de halk, bu yüzden şehri teslim etmeye meyilli idi. Zira İstanbul halkı, Manuel ve Silivri Beyi Ioannes taraftan olmak üzere ikiye bölünmüştü. Henüz deniz kuvvetleri fazla güçlü olmayan Osmanlılar, denizden bir şey yapamadıkları gibi, gelecek olan yardıma da mâni olamayacaklardı. Bununla beraber, Bizans’ın Karadeniz ile olan bağlantısını kesmek için Boğaziçi’nde müstahkem bir kale, yani Anadolu Hisar (Güzelce Hisar) inşa ettirilip İstanbul’un muhasarası şiddetlendirildi. Tam bu esnada baş gösteren Timur tehlikesi üzerine Yıldırım Bayezid, muhasarayı kaldırmak zorunda kaldı. Bu arada Bizans, Yıldırım’ın şartlarım da kabul ediyordu. Buna göre:

1- Her sene Osmanlı hazinesine verilmekte olan haracın arttırılması.

2- İstanbul’da bir Türk Mahallesi kurularak bir cami yapılması.

3- İstanbul’daki Müslümanlarla Rumlar arasındaki anlaşmazlıkları İslâm hukuku çerçevesinde karara bağlamak üzere bir kadı tayin edilmesi.

4- Silivri de dâhil olmak üzere Silivri’ye kadar olan yerlerin Osmanlılara terki.

Bizans İmparatoru, bu antlaşmaya riayet ederek İstanbul’da Sirkeci’de Türkler için yedi yüz hane ile bir mescide tedarik etmişti. Padişah da İstanbul’da ikamet etmek üzere Taraklı Yenicesi ile Göynük ve Karadeniz sahili taraflarından buraya göçmen naklettirerek iskân etmişti. Ayrıca kadı (hâkim, yargıç) ve imam da tayin etmişti.

Süleyman Çelebi, kardeşleriyle girdiği saltanat mücadelesinde Bizans’ın desteğini almak için Silivri’yi Bizans’a geri vermiştir. Bu arada Timur’un Anadolu istilasından kaçan Türkmenler kitleler halinde Rumeli’ye geçerek bütün Trakya’ya ve Balkanlar’a yerleşmişlerdir.

Silivri’nin Türkler tarafından kesin olarak fethi Fatih Sultan Mehmet (1451 – 1481) zamanında gerçekleşmiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşatmadan önce Karaca Paşa’yı (Dayı) on bin kişilik bir kuvvetle yol üzerindeki Bizans şehir ve kasabalarını ele geçirmesi için görevlendirdi. Karaca Paşa tarafından Karadeniz kıyısındaki Misivri (Mesembria), Ahyolu (Anchiolus), Vize (Byzus) kaleleri direnmeden teslim alındı. Bu arada Selimpaşa (Bigados) fethedildi. Silivri (Selymbria) ve Marmara Ereğlisi (Perinthos) kalelerinin direnmeleri üzerine zaman kaybını önlemek için bu kalelerin fethi daha sonraya bırakılmıştır.

Fatih Sultan Mehmet, 23 Mart 1453 günü İstanbul istikametinde Edirne’den hareket etti. 5 Nisan Perşembe günü Kons­tantinopolis önlerine geldi. Ana kuvvet yola çıkmadan önce askere yolda erzak temin etmekle görevli birlik geçtikleri yerden değer bedelini vererek canlı hayvan ve za­hire alarak yollarına devam ediyordu. Epi­vatos Bigados (Selimpaşa)ya gelindiğinde Araptepe civarındaki çobanlar hayvan ver­mekten kaçındılar. Aynı zamanda bu kuv­vete saldırdılar. Kısa zamanda bunlar bas­tırıldı. Buradaki saldırıya karışmayan halk da Fatih’in emri ile buradan sürgün edil­diler. Fatih’in Bizans’a saldırısı üzerine Macar Kralı Hunyadi, fırsattan istifade etmek is­tercesine Bizans imparatoruna yapacağı yardım karşılığında Selimbria’yı Me­sembria’yı ve Limnos adasını istiyordu. Hunyadi, bunlara erişemeden Fatih İstanbul’u aldı. Böylece bu istek de yerine ge­tirilememiş oldu.

İstanbul’ un fethinden on beş gün sonra Karaca Paşa daha önce fethedilemeyen Silivri ve Marmara Ereğlisi’ni almak için geri dönerek kaleleri kuşattı. Silivri kalesi muhafızları İstanbul’ un fethinin gerçekleştiğini öğrenince yapacak bir şeylerinin kalmadığını anladıklarından kalenin anahtarını Karaca Paşa’ ya vererek şehri teslim ettiler.

İstanbul’un fethinden üç gün sonra kurtuluş ümidi kalmayan Selymbria kalesi teslim olarak Türk hâkimiyeti altına girmiş ve böylece 15. yüzyılın ortalarından itibaren ikinci defa ve bu sefer nihaî olmak üzere Osmanlı devleti topraklarına katılan Silivri’de yeni bir dönem başlamıştır. Bundan böyle kasabada çeşitli devirlerin izlerini taşıyan eserlerin yanında Türk sanatının, kültür ve zevkinin egemen olacağı eserler boy göstermeye başlıyordu. Silivri’yi ele geçiren Türkler önceleri kale içine yerleşmişler, ancak daha sonra burasını terk ederek sahil kesiminde yaşamaya başlamışlar ve Türk sanatında önemli yer alan eserleri, Gallipoli (Kallipolis=Gelibolu)’de olduğu gibi hemen surların yanı başından başlayarak sahil boyunca yapılan aşağı kasabada meydana getirmişlerdir.

Fatih Sultan Mehmed (1451–1481), o devrin anlayışına göre Bizans’ın başkentindeki belli başlı kiliseleri camie tahvil ederek ibadete açmış ve bu adım imparatorluğa doğru atılan temel bir adım olmuştu.

Bu arada, İstanbul’dakilerle birlikte Silivri’nin en gösterişli yapısı olan kale içindeki Alexios Apokaukos kilisesi de Fatih camii (Hünkâr camii) adı altında camie çevrilmiş ve Fatih’in bir vakfı olarak kurulmuştu.

Osmanlılar zamanında Silivri hızla gelişti. Sadrazam Piri Mehmet Paşa 1530-31’de, ek binalarla çevrili büyük bir cami yaptırdı, (Medrese, imarethane ve hanlarla çevriliydi Gezi sever ünlü Evliya Çelebi 1650 yılında Silivri’de ziyaret ettiği kilisenin Hünkâr Camii adını aldığını belirtmiştir. (Şehrin alt kısmında Büyük Piri Mehmet Paşa Camisi, Danişmend Camisi, Alibey Camisi, Kasımpaşa Camisi ve Kır Camisi bulunmaktadır.) Ne vakfı kuranların iyi dilekleri ne bed­duaları ve ne de kurucusunun çok saygıdeğer adı bu iki kez tarihi olan yapıtı yı­kılmaktan koruyamamıştır. Vakfın bel­gelerine göre, bakımını sağlamak için Trak­ya’da zengin mülke sahip olmasına karşın bu caminin yok olmasını görmek şa­şırtıcıdır. Gerçekten de geçen yüzyıl boyunca Kale Mahallesi (Bu caminin bulunduğu mahalle, şimdiki adı Fatih Mahallesi’dir) Müslümanlığın dı­şındaki konularla ilgilenmiştir. O zaman Si­livri’de Rum, Yahudi ve Ermeni top­luluğunun bulunduğu biliniyor. Başlangıçta Kale Mahallesi’nde yaşayan Türk halkı, sur­ların dışında uzayan araziyle, özellikle sahil ile ilgilenmeyi yeğlemişlerdir. Rum mahallesinin, daha doğrusu Müslüman ol­mayanların mahallesinin ortasında kalan Fatih Camisi zamanla kendi haline bı­rakıldı. Sonunda Müs­lüman halk tarafından bü­tünüyle terk edildi.

Bu cami son asrın or­talarına doğru hiç kul­lanılmaz durumdaydı. Un fabrikatörü olan zengin bir Silivrili meraklı, Anas­tas Stamoulis (Fatih Ma­hallesi’nde merhum Ahmet Kemal Silivrili’nin evinin ve aşağıda, iskele yanında, bugünkü Öğ­retmen evi karşısında bulunan ve sonraları yıktırılan Un Fabrikasının sahibi) Syllo­gue Grec Cos­tantinopole’e hitaben yaz­dığı 1 Ocak 1872 tarihli bir mektupta hisarın iç bölümündeki yıkık bir camiye ve bu camideki fresk izlerine, sütun baş­lıklarındaki birçok monograma dikkati çek­mişti. Daha sonraları doğu dilleri uzmanı J. H. Mordtmann (1852-1932), 1884’te ba­sılan bir inceleme eserinde ondan şöyle söz eder: “Hisarın içinde uzun zamandan beri yıkık bir kilise var. Fethiye ya da Fatih adıy­la bu yapıt cami olarak hizmete su­nulmuştur. Fresklerle dolu duvarları, ba­danaların altına bakarak görmek olanaklı. Yapının duvarlarından birine bir lahit (taş sanduka) yerleştirilmiş, belki kurucusuna aittir.”

Silivri’nin Osmanlılar tarafından alınmasından sonra üç yüz yıllık süre zarfında çok önemli bir olaya rastlanmaz. Silivri Osmanlıların idaresine geçince, kale içindeki Apokaukos Kilisesi camiye çevrilip 30–40 hane kadar Türk kale içine yerleştirildi. Zaten o zamanlar Silivri’de kale dışında ev bulunmuyordu. Bütün evler kale içine ya­pılmıştı. Kalede Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler oturuyorlardı. Türkler de gelince eski halkın adet ve ananelerinde, ibadetlerine müdahale edilmemiştir. Türklerin bu husustaki müsamahası gayrimüslim halkın rahat yaşamalarına neden oldu. Yalnız Türkler kırsal yaşamı tercih ettiklerinden yavaş yavaş kaleyi terk edip kale dışında yerleşmeye başladılar. Burada balıkçılık ve deniz nak­liyeciliği ile geçimlerini temin ettiler. Bugün bile Yalı Mahallesi dediğimiz sahilin bu kesiminde oturan birkaç balıkçı aile o zamanki buraya yerleşen Türklerin küçük torunları olup bunlara Gacal denilmektedir.

Türklerin Silivri’ye gelip yerleştikleri zaman kalenin doğusunda kalan Muratçeşme’ye kadar uzanan arazi, bakımlı bağ ve bah­çelerle kaplı idi. Gayrimüslim halk yine şa­rapçılık ve ipekçilikle geçimlerini temin ediyor, esaslı bir kısmını da ihraç ediyorlardı. Silivri’de yoğurtçuluk Türkler gel­dikten sonra başladı, bir müddet sonra bazı Rumlar da yoğurtçuluğu öğrenmelerine kar­şın Türkler şarapçılıkla hiç ilgilenmedi. 19. asrın sonlarına doğru da bağlara musallat olan Filoksera hepsini kuruttu.

Silivri Bizans imparatorlarının ve soyluların bir sayfiye yeri idi. Türklerin eline geçtikten sonra da uzun bir müddet aynı şekilde devam etti. Kanuni Sultan Süleyman Yapağcı çiftliğini satın aldı. Oraya bir cami ve saray yaptırdı. Yaz aylarında saray halkı yazı burada geçirirdi. Hatta bir yaz Kanuni de burada kalmış, İstanbul’a deniz yoluyla dönerken daha koydan çıkmadan bir fırtına patlamış, kalyonun arkasındaki sandık sepet bulunan kayık batmış. Bu sandıkların birinin içinde Hünkârın şemsiyesi ve şem­siyenin topuzunda da çok kıymetli bir elmas bulunduğu bilinmektedir. Bu sandık hala Silivri körfezi açıklarında yatmaktadır.

Celalliye çiftliğini de Piri Mehmet Paşa satın aldı, emekli olduktan sonra günlerinin bir kısmını Celaliye’de bir kısmını da Si­livri’de geçirmiştir. Sultan Avcı Mehmet de yine Yapağca Köyü’nde bir av köşkü yaptırmıştır. Sık sık Trakya’ya ava çıkar, dinlenmek için de bu köşke gelir kalırmış.

“Küçük Kıyamet” (kıyamet-i sagir) denilen büyük zelzele 1509 yılının 14 Eylül Cuma günü meydana geldi. Bu zelzele İstanbul, Silivri, Gelibolu, Edirne ve Dimetoka’yı harabeye çevirdi. Silivri’de kale duvarları tamamen yıkıldı, evler otu­rulmaz hale geldi ve epeyce de ölen oldu. Bu zelzelede İstanbul’da 13.000 kişi öldü, 1070 ev ile 109 cami ve mescit yıkıldı, dep­rem 45 gün sürdü. Sultan II. Beyazıt İstanbul’u 65 günde eskisinden daha iyi ola­rak imar ettiği gibi Silivri surlarını da tamir ettirdi.

Sadece Osmanlı padişahları ve devlet adamları değil, özellikle Kırım hanları ve aileleri de Silivri’yi yazlık dinlenme yeri olarak kullanıyorlardı. Özellikle de Kadıköy’deki konaklarda oturduklarını kaynaklar ifade etmektedir.

Bundan sonra Kırım Harbine kadar Silivri’de pek mühim bir şeye rastlanmaz. Yerli adıyla anılan Türkler önceleri şu köylerde oturmaktaydı: Anaka, Yapağacı, Diasorani, Eksinoz, Kalfa köy, Karaca, Karaağaç, Kabakçı, Omarlı, Papaz, Burgaz, Sarabeyli, Subasköy, Sofos, Ciyez, Dursun köy ve Çilingir’dir. Yerlilere paralel olarak Çatalca Silivri ve Çekmece’de göçmenler bulunuyordu. Tatarların Kırım’dan ayrılmasından, özellikle 1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Bulgaristan’dan ve Doğu Rumeli’den gelenler oluşturmaktaydı. Kırım Harbi (1853–1896) sonunda harpte yer ve yurtlarını terk eden bir kısım Tatar Türklerinin bu yörelere geldiklerini görüyoruz. Bunlardan çok önce gelen bir kısım Tatar da Silivri’de yerleştiler.

Silivri gün geçtikçe eski önemini pek kay­betmiş, eskiden büyük bir ticaret şehri olan Silivri yavaş yavaş fakirleşip esnafın işleri çok küçülmüştür. Bu hali az da olsa Du­rand De Fontmagne’nin “Kırım Harbi Son­rasında İstanbul” isimli eserinde an­latmaktadır: “Marmara’dan İstanbul’a gelirken Uzaktan Doğu Roma im­paratorluğunun (Bas Empire) İstanbul ile birlikte merkezi olan Silivri görülüyor. Bugün onu İstanbul’a bağlayan yalnızca bir yol var. (Türkiye’de yollar parmakla sa­yılacak kadar az, bunu açıkça sıralamak şart.) Silivri’nin kuvvetli bir seli var. Öyle ki Conrad ile Haçlı ordusunun orada bek­lenmedik bir sel baskınına uğradığını, bütün savaş gereçlerini kaybettiklerini tarih kitapları yazar. Silivri’nin dağı, akropolü ve kalesi oldukça gösterişli, ilk bakışta tesir ediyor. Ama söylendiğine göre kapısından içeri girilince yalnızca Rum ve Yahudi pis­liğinden başka bir şey görülmüyormuş. Bir zamanlar İstanbul ile rekabet eden bir şehir için ne acıklı bir düşüş. Geçmiş günlerin göz kamaştırıcı parlaklığından ancak birkaç iz kalmış. IX. asrın sonlarına doğru fakir halk daha da fakirleşmiş, ancak günlük nafakasını temin edecek halde, çiftçilik, balıkçılık ve küçük esnaf olarak günlerini geçiriyorlardı. Büyük ticaret ve para Rum ve Ermeni çor­bacılarının elindeydi (Gayrimüslim zen­ginlere “çorbacı” denilirdi). Bugünkü Öğ­retmen Evinin karşısında bulunan festival yapılan alanda bir un fabrikası Rum asıllı Stamoulis isimli bir Si­livri hemşerisine aitti. Kısa Köprüyü geçtikten sonra bugünkü yıkılan Beyaz Sarayın kar­şısında da Ermeni asıllı Onnik Efendinin de bir un fabrikası vardı, yıllarca boğa deposu ve veterinerlik binası olarak kullanıldı. Daha sonra yıktırıldı. Silivri’de bulunan Büyük yoğurt haneleri de Yahudiler işletiyorlardı.

Nihayet “93 Harbi” denilen Osmanlı-Rus Savaşında (1877–1878) Rus ordusu Silivri’yi de işgal etmiş ve Yeşilköy’e ilerlemişlerdi. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş yıllarında Anadolu’dan gelip Balkanlara yerleşen Türkler istilaya dayanamayıp toplu halde Trakya’ya göç etmeye başlamışlardı. Bu arada göçmenler Silivri’ye gelerek yeni yeni köyleri kurmaya veya eskiden kurulmuş köylere yerleşmeye başladılar. Bu savaş sırasında Vidin muhacirlerinin de bir kısmı Silivri’ye yerleştirilmiştir

II.Kabakçı Mustafa İsyanı ve Nizam-ı Cedit’in Yıkılmasında Silivri

Nizam-ı Cedit askerinin Akka’da Napolyon’a karşı başarılı olmasından sonra, Rumeli’de dağlı eşkıyanın gelişmesi, Fransızların Raguza’yı ele geçirip burada bir üst kurması ve Rusya’nın balkanlara inmelerine karşı bir benzerinin de Rumeli’de kurulması düşünülmüştür. Bunun için Karaman Valisi Abdurrahman Paşa Rumeli’ye geçirildi ve buna sebep Sırp isyanının bastırılması gösterildi.

Ancak bu olay Nizam-cedit düşmanı olan sadrazam İsmail Paşa, Rumeli ayanlarına Abdurrahman Paşa cümlenizi kılıçtan geçirmeye geliyor şeklinde yayılmıştır. Bu propagandanın etkisi derhal kendini gösterdi. Tekirdağ’da Nizam-ı Cedit kurulacağını bildiren fermanı okuyan hâkimi yeniçeriler tarafından derhal idam edildi.

Çorlu ve Silivri ahalisi Kadı Abdurrahman Paşa ordusuna mukavemet etti. Padişah, düşman ordularının hudutlarda yığıldığı İngilizlerin donanmasının İstanbul’u yakmakla tehdit ettiği bir sırada iç savaşın çıkmasını istemiyordu. Bu sebepten Abdurrahman Paşa’nın geri dönmesini emretti. Bu olay ise yeniçerilerin şımarmasına neden oldu.

Edirne vakasından sonra sadrazamlığa yeniçeri ağası Hilmi Paşa şeyhülislamlığa ise Topal Ataullah Efendi getirildi. Şeyhülislam ve sadaret kaymakamı her ikisi de kendilerini padişaha yenilik taraftarı gibi göstermişlerdi. Gerçekte ise muhafazakâr idiler ve şehzade Mustafa ile ilişkileri bulunuyordu. Ordunun İstanbul’da bulunmamasını fırsat bilen bu kişiler Nizam-ı Cedit’i ortadan kaldırmaya karar verdiler.

Köse Mustafa Paşa, mayıs sonlarına doğru boğazı korumakla görevli yeniçeri askerlerine nizam-ı Cedit elbisesi giydirmesi için İngiliz Mahmut Efendi’yi görevlendirildi. Fakat yamakların yanına gönderdiği özel memurla, bu tedbirin padişah tarafından alındığını, Nizam-ı Cedit elbisesi giyerlerse dinden çıkacaklarını giymezlerse nizam-ı cedit askerleri tarafından öldürüleceklerini yaydı.

Bunun üzerine yamaklar cemiyet kurdular. Asilere elbise giydirmek isteyen Mahmut Efendi’yi katlettiler. Ertesi günü Büyükdere çayırında toplanarak; İslam ve Hıristiyan halkın ırz can ve mallarına dokunmamak, meşihat kapısından tasdik olunmadıkça bir şey istememek Et meydanında toplanarak istekleri yerine getirilmedikçe dağılmamak üzere yemin etikten sonra arlarından Kabakçı Mustafa’yı başkan seçtiler.

Şehzade Mustafa ve Ataullah Efendi kabakçıya akıl hocaları yolladılar. Padişaha bunun silinmeye mahkûm bir hareket gibi gösterdiler. Karşı koymaya hazırlanan topçu ocağına da şu haberi gönderdeler karşı gelmesinler zira bu olay cümle ittifakı iledir.

İlkin topçular daha sonra cebeci ocağı asilere katıldı. Artık nizam-ı Cedit yok olmaya mahkûmdu III. Selim durumdan haberdar olduğu vakit büyük üzüntü duydu. Asilere karşı koymak için hiç kimseye güvenemezdi. Onların isteğini kabul eti ve Nizam-ı Cedit’i kaldırdığına dair bir hattı hümayun yazdı. Asiler yenilik taraftarı on bir kişinin ismini vererek bunların kendilerine teslim edilmesini istediler. İstekleri yerine getirildi ve bu kişiler türlü işkencelerle öldürüldü. Fakat onları kuran devlet ricali bu kadarını kâfi görmemiş artık padişaha da güvenilemeyeceğini münakaşaya başlamıştır. Şeyhülislam Ataullah Efendiden fetva alan asiler padişahı da tahttan indirmişlerdir. III. Selim böyle bir isyankâr tebaanın halifesi olmaktansa olmamak daha iyidir diyerek padişahlığı bıraktığını açıklamıştır. Sultanın yakınları daha önce kendisine cephedeki orduyu geri çağırıp isyanı bastırmasını tavsiye etmişlerse de padişah şu cevabı vermiştir: böyle şey asla olmaz o zaman Rus ordusu Çatalca’ya kadar gelir diyerek onların önerisini kabul etmemişti.

III. Edirne Vakası ya da Feyzullah Efendi Vakası Silivri

1703 yılında İstanbul’da başlayan, Edirne’den Osmanlı devletini yönetmekte olan Osmanlı padişahı II. Mustafa ile hocası ve yakın danışmanı Seyhülislam Feyzullah Efendi aleyhine gelişen büyük bir ayaklanmadır.

Olayın ortaya çıkma nedenleri

Sultan II. Mustafa’nın Erzurum’dan getirterek, haksız şekilde şeyhülislamlığa yükselttiği hocası Feyzullah Efendi, ayaklanmanın sebebi olduğu için; kimi yerde olay, Feyzullah Efendi’nin ismiyle de anılmaya başladı…

Devrinin sadrazamlarını hiçe sayacak kadar etki kazanan ve en önemli mevkileri oğulları, akrabaları, adamları arasında paylaştıran Feyzullah Efendi, ulemanın hoşnutsuzluğuna sebep olmuştur.

 

Olayların gelişmesi

Bu ayaklanma Temmuz 1703 başında İstanbul’daki 200 kadar cebecinin ulufelerini alamamaları üzerine başladı. 15 Temmuz’da Meydanı’nda cebeciler, yeniçeriler ve esnaf topluluklarının katılması ile büyük bir gösteri yapıldı ve bunu 18 Temmuz’da 20 bin kadarı asker, 50 bin kadarı halk topluluğunun Et meydanı toplantısı izledi. İsyancılar isteklerini Edirne’ye bir kurul gönderdiler ama kurul yolda engellenip başarı kazanamadı.

9 Ağustos’ta örgütlenmiş çok büyük bir asker ve halk grubu Edirne’ye doğru harekete geçti. Bu ihtilal ordusu Silivri’ye geldiklerinde II. Mustafa’nın tahtan indirilip öz kardeşi Ahmed’in tahta geçirilmesi için bir karar ve fetva aldılar.

Önce Feyzullah Efendi’nin azledilmesi ile başlayan Padişah II. Mustafa’nın ve danışmanlarının bu isyancıları ve ihtilal ordusunu engellemek için aldıkları bütün tedbirler boşa gitti ve 20 Ağustos’da bu ihtilal kuvveti Edirne’ye ulaştı. 22 Ağustos’ta II. Mustafa tahttan çekilerek yerini öz kardeşi III. Ahmet’e bıraktı. Asiler 3 Eylül’de Feyzullah Efendi’yi de acımasız bir şekilde öldürdüler.

İsyanın sonuçları ve sona ermesi

4 Eylül 1703’te Sultan III. Ahmet İstanbul’a hareket etti. Böylece Edirne’nin fiilen Osmanlı devletine başkentlik etmesinin ikinci dönemi kapanmış oldu. 14 Eylül’de İstanbul’a ulaşan III. Ahmet giderek daha şiddetli ve sert tedbirler alarak devlet idaresini isyancıların elinden kurtarmaya başladı. Ancak 1704 ilk aylarında Padişah III. Ahmet egemen olabildi.

IV. Balkan Savaşında Silivri

8 Ekim 1912’de Balkan Savaşları başladı. Bal­kanlarda Bulgarlar, Yunanlılar, Sırplar ve Karadağlılar aralarında bir anlaşma yaptılar. Osmanlıların Trablus garp Harbi ile uğ­raşmasından ve ülkedeki iç siyasal çe­kişmelerden yararlanarak 8 Ekim 1912’de Karadağlılar Osmanlılara harp ilan ettiler. Bunun peşinden diğer Balkan devletleri de harbe girdiler. Hazırlıksız yakalanan Os­manlı orduları ikmal düzeninin işlememesi, komutanlar arasındaki anlaşmazlıklar ve kötü yönetim nedeniyle büyük bir yenilgiye uğradı. 30 Mayıs 1913’te barış imzalandı. 29-30 Haziran 1913 gecesi Bulgaristan, Yu­nanistan ve Sırbistan’a aniden saldırınca II. Balkan Harbi başladı. Eski iki müttefikin bir­birine düşmesi Osmanlıların işine yaradı. Edirne’ye kadar olan Trakya bölgesini Bul­garların elinden geri aldı.

I. Balkan Sa­vaşında Türk ordusu Bulgarları 17-22 Kasım 1912’de Çatalca hattında kesin olarak durdurabildi. Bu arada Silivri de Bulgarlar ta­rafından işgal edildi. Bulgarların bu işgali, ta­rihte eşi az görülen katliamlar, zulümler, tecavüzler, işkenceler ve yakıp yıkmalar şek­linde olmuştur. Bu Bulgar zulmünden Silivri de çok etkilendi; tahrip ve yangınlardan ancak üç beş ev kurtulabildi. Danişmend Mescidini, Alibey Mahallesindeki Alibey Ca­miini, Kır Camiini, Bodur Mescidi, Ka­sımpaşa Mescidini, kale orta kapısı yanındaki Abdülgani Mescidini yaktılar. Apokok ki­lisesinden çevrilen Fatih Camiini de yıktılar. Bu barbarlıktan Piri Paşa Camii ufak tefek ya­ralarla kurtuldu: Bulgarlar camindeki kıymetli eşyalarla, minber ve kapısını sökerek mem­leketlerine götürmek için Kurfallı istasyonuna götürmüşlerdi, bunları Bulgaristan’a ka­çıramadan kendileri çekip gittiler, sonradan bu eşyalar Kurfallı istasyonunda bulunarak getirilip yerlerine konuldu. Bulgarların Silivri’yi işgali 9 ay sürdü, Tem­muz 1913’te işgal sona erdi.

Daha sonraki yıllarda, istiklal Harbinde Si­livri bir de Yunanlılar tarafından işgal ediliyor. Yunanlılar Silivri’ye 20 Temmuz 1920’de girdi, 22 Ekim 1922’de çekilerek yerlerini İtalyanlara bıraktılar. Yunan işgali iki sene üç ay sürdü. Neticede 1 Kasım 1922’de İtalyanlar da çekilerek Silivri’yi Türklere teslim ettiler. Böylece İtalyanların işgali de 8 gün sürmüş oldu. 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra İstanbul Zaptiye Ne­zaretince yönetildi. 1846’da Silivri Liva oldu ve yine Zaptiye Nezaretince yönetildi. Bundan sonra 1856 yılına kadar Havas-ı Hümayuna bağlı kadılıklardan biri olarak yönetildi. Silivri 1867’de kaza oldu, 1876’da Çatalca sancak halini alınca Silivri Çatalca’nın bir ilçesi haline getirildi.

1898’de Çatalca İstanbul’a bir kaza olarak bağlandığından Silivri de bu tarihten iti­baren İstanbul’un bir kazası olarak kaldı. Bu tarihlerde Silivri’nin belediyesi de vardı.

Şaban Demiray döneminde yapılan eski belediye binasının Ali Çetinkaya(Başkomutan) Caddesi ne bakan cephesinde ahşap yeşil boyalı iki katlı bir bina vardı. Bu bina daha eski yıllarda telgrafhane olarak kul­lanılıyormuş, sonradan Belediye olarak kul­lanılmaya başlanmış. 1913 Bulgar Harbi’nden sonra seçilen belediye baş­kanından öncekiler bilinmiyor, bilinen en eski Belediye Başkanı, 1913 yılından sonra göreve getirilen Silivri’nin gayrimüslim hemşerilerinden Yanakaki Çorbacıdır. Bugün bu zatı tanıyanlar kendini hayırla anarlar, hiçbir ücret almadan o zamanın şartlarında gayet iyi görev yaptığından bah­sederlerdi.