1591 yılında Alman-Avusturya imparatoru 2. Rudolf, Osmanlılarla barışı 8 yıl daha uzatmak ve yükümlü olduğu yıllık vergiyi ödemek üzere Viyana’dan İstanbul’a olağanüstü bir elçilik heyeti gönderir. Bu heyette genç Wratislaw da bulunmaktadır:
…ilk olarak denizi buradan gördük ve gece burada konakladık. Kasımın 22. günü Marmara Denizi kıyısında bulunan Silivri’ye ulaşmazdan önce, İstanbul halkının topraklarını, çiftliklerini, köylerini yabancı ve barbar ulusların sarkıntılığından korumak için son Bizans imparatorlarının buradan Tuna’ya doğru inşa ettirdikleri toprak istihkâmların ya da duvarların izlerine rastladık.
Bu kasabaya, yani Silivri’ye ulaştığımız zaman mavi, sakin ve latif denizi seyretmek bize olağanüstü bir zevk verdi. Hatta ben, elçinin iznini bile almadan, kâhyasına bile haber vermeden, birkaç kişiyle aşağıya, deniz kıyısına koşmaktan kendimi alamamıştım. O güne dek hiç görmediğim, insanın gönlünü açan mavi denizi hayran hayran seyrettim. Yunus balıklarının dalışlarını, başka balıkların sıçrayışlarını hayretle gözlemeye, midye kabukları toplamaya dalarak kasabaya dönmeyi unutmuş gibiydik.
Bu arada kasabadaki Türkler, niteliği belirsiz bir geminin belki de bir korsan gemisinin- bütün yelkenlerini fora ederek kıyıya yaklaşmakta olduğunu görünce, çavuşlar efendimize koşmuşlar, kendisine gemiyi göstererek çevresinden hiç kimsenin kıyıya gitmesine izin verilmemesini, çünkü bazı korsanların kıyılarda yer yer pusu kurduklarını ve yakaladıkları adamları kaçırdıklarını bildirmişlerdi. İşte bu sırada benim ve bazı arkadaşlarımın kasabada olmadığımız meydana çıkmıştı.
Çavuşlar ve yeniçeriler hemen silahlarına sarılmışlar, atlarına atlayarak doludizgin kıyıya yönelmişlerdi. Bunlar bizi, kumsalda, geminin kıyıya yanaşmasını aval aval seyrederken bulmuşlardı. Bu sırada gemi de kıyıya üç-dört yüz metre yaklaşmıştı. Gelenler, bizleri önlerine katarak kasabaya götürdüler. Avlarının elden gittiğini anlayan korsanlar bize üç el ok attılar. Yeniçeri erlerinden biri de bunları cevapsız bırakmış olmamak için tüfeğiyle ateş etti.
Kasabada Elçi efendimiz tarafından gayet ekşi bir yüzle karşılandık. Benimle beraber bulunan ve yaşça benden büyük olanlar, bastonla dövülerek cezalandırıldılar. Bana gelince, o ara çocuk dövmeye mahsus değnek olmadığından, bir beygir kırbacıyla kırbaçlanacağım muhakkak gibi görünüyordu.
Bu dayağı yemezden önce, efendimizden uzunca bir öğüt söylevi dinledim. Sıra kırbaçlanmaya geldi. Bununla beraber, kendisine karşı yüksek bir bağlılık gösterdiğim, kendisini hoşnut edebilmek için verilen bütün işleri ve görevleri herkesten üstün olarak yaptığım için o da bana şefkat duyuyordu. İyi niyetle çalışan bir genç olduğum için, o zamana dek hiç azar işitmemiş, buna yol açmamıştım.
Şimdi ise sonucu pek kötü olması muhakkak korkunç bir olayla karşı karşıya geldiğimiz için, uygulanacak cezaya uysallıkla boyun eğmekten başka çare yoktu. Bundan ötürü, boynumu bükerek bir daha kendisinin izni ve bilgisi olmadıkça, bugün her nasılsa yaptığım gibi, hiçbir yere uzaklaşmayacağıma, ölünceye dek kendisini gücendirecek hiçbir davranışta bulunmayacağıma söz verdim.
Bu arada Türkler de benim lehimde dil dökerek bu kusurumun gençliğimden, yani toyluğumdan ileri geldiğinden, kırbaçlanmaktan affımı dilediler. Ben de böylelikle dayak cezasından kurtulmuş oldum. Bununla beraber, kulaklarım çınlayıncaya değin, uzun bir öğüt söylevini dinlemek zorunda kaldım.
Benim denizi ta kıyısından görmek merakım az kalsın korsanların eline geçmeme yol açacaktı. Eğer Türk dostlarımız bizim kasabadan ayrılmış olduğumuzu tam vaktinde haber alıp da bizi bulmaya koşmamış olsalardı, sonum kim bilir ne olacaktı, nerelerde ve kimlere satılacaktım ve kimbilir kimlerin kölesi olacaktım?
Geceyi Silivri kasabasında geçirdik.” (Heyet ertesi gün İstanbul’a doğru yola çıkar)