Eski Grek ve Latin kültürüne hayran olup antik eserlerin neşriyle ün kazanmış Po­lonyalı Kont Edward Raczynski’nin (1786-­1845) 1814’te Türkiye’ye yaptığı geziye ait tespit, gözlem ve izlenimlerini dile getirdiği “1814’te İstanbul ve Çanakkale’ye Se­yahat” isimli eserinden:

“…3 Eylül günü erkenden Rodosto (Te­kirdağ)’dan ayrılarak Silivri yolunu tuttum. Öğ­leye doğru bakımlı bir bağa rastladık. Yakıcı bir sıcaklık vardı, yol bizi bir hayli yormuştu. Susayan arkadaşım, ağacın altında oturan bir ihtiyara birkaç salkım üzüm koparmamıza müsaade edip etmeyeceğini sordu.

“Bağ benim koparıp yiyebilirsiniz” dedi ih­tiyar. Biz de bu dostça davetten fay­dalanmaya baktık. Mal sahibine üzüm pa­rasını zorla kabul ettirdik. Adamın başında yeşil bir sarık vardı. Bu “Emir”leri yani pey­gamber torunlarını gösteren işaretti. Bir emirin damadı yeşil sarık saramaz, fakat onun çocukları aynı imtiyaza sahipti. Türk­ler bir emirin fakir düşeceği ne inan­mıyorlar, eğer bunlardan birinin başına böyle bir felaket gelecek olursa, onun Emir olduğundan şüphe ederler. Bu durumda emir nesebinin doğru olduğunu ispat etmek mecburiyetindedir. Bunu yapamazsa hapis cezasına çarptırılır.

Öğleden sonra yol kenarında duran bir çeş­meye geldik, bu ülkede hayırsever insanlar, yol kenarına çeşmeler yaptırıyorlar, yol­cuyu ve yorgun hayvanı başında din­lenmeye zorlayan bu suyun tatlı şırıltısı üzerimizdeki yorgunluğu alıp götürdü. Buna benzer tesisleri Lebsos (Midilli) ada­sında, İstanbul’un civar semtlerinde, Mar­mara ve Çanakkale Boğazı kıyılarında da gördüm, pek çoğunda yaptıran hayır sa­hibinin adı yazılı kitabe vardı.

Ta dağ başına varıncaya kadar bir sürü para harcayarak su tesisleri kurmaları, onların in­sanlığını göstermiyor mu? Burada Müs­lümanların dini şevk ve heyecanla dolu ol­duklarına işaret etmeliyim.

Bilindiği gibi bir Türkün camiye gitmeden önce abdest alması gerekir. Abdestten başka Müslümanların bazı hallerde yı­kanması lazım gelir. Hayır sahipleri Müs­lümanların dini vecibelerini kolayca yerine getirebilmeleri için yol kenarlarına çeş­meler yaptırmışlardı.

Akşam olmadan Silivri’ye geldik. Şehre gi­rişte, cirit oynamaya hazırlanan bir grup gözüme çarptı. Bizdeki turnuva ya da atlı geçişlere benzeyen bu oyunun Müs­lümanlıktan önce de mevcut olduğu söy­leniyor. Bu Şövalöresk oyunun kendine göre kaideleri var.

Silivri’de tarihi eserlerin kalıntılarına rast­layamadım, Bizans imparatoru burada bir saray yaptırmıştı. (İmp. Kantakuzinos) Ama şu anda ondan en ufak bir iz dahi kal­mamıştı. 5 Ekim’de Silivri’den ayrıldım. Bu­radan itibaren İstanbul’a doğru, başşehri barbar kavimlerin saldırısından korumak için Bizans imparatoru Anastas’ın yaptırdığı surların kalıntılarına rastlayacağımı sandım. İstanbul’da iken Karadeniz’e kadar uzan­dığım takdirde bu surların izlerine rast­layacağımı söylemişlerdi. Bu yüzden Si­livri’de kalıntıları aradım, durdum, bulamadım.

Öğleden sonra 2. Selim’in 1565 yılında, su baskınlarına uğrayan bir yerde inşa ettirdiği, bin adım uzunluğunda mükemmel köp­rüsüyle meşhur Büyükçekmece’ye geldik…”